’’Her Acının Gölgesi Başka Acıların Üstüne Düşer’’

Hece ve Aşkar gibi edebiyat dergilerindeki öyküleriyle tanıdığımız M. Yücel Öztürk’ün bu yakınlarda Eşik Yayınlarından “Ağır Tüy” isimli ilk kitabı çıktı. Öztürk, geleneksel hikâyemizin sesini kaybetmeden yenilikler deneyen bir yazar. Yaptığı bu yeniliklerde aşırılığa kaçtığı da pek söylenemez. Bazı yazarlar yenilik adına metni çok zorlayıp anlaşılmaz bir renge büründürebiliyorlar çünkü.

Yücel Öztürk, uzun yıllardır dil, kurgu, teknik gibi unsurlar üzerine de kafa yoruyor. Aslında onun anlatma, yazma isteği zamanla bir ihtiyaca dönüşmüş sanki. Bazı insanlar yazmaya ekmek su gibi ihtiyaç duyarlar. Adeta yazmadan yaşayamazlar. İşte bu özellik “Ağır Tüy” de bir samimiyet olarak karşımıza çıkıyor. Yazarın üsluptaki sıcaklığı ve sadeliği ister istemez sizi fazlasıyla kendine çekiyor.

Geçtiğimiz günlerde “Ağır Tüy” ile ilgili olarak Mostar dergisinden Mehmet Erikli yazarın kendisiyle oldukça samimi bir havada geçen bir röportaj yapmıştı. Bu söyleşide Öztürk hikâye yazma konusunda bazı tespitler yapıyordu; “İçimde yer eden, kalbimi titreten bir anı, tanıklık, kişi, durum yahut olay olmadan hikâye yazamıyorum. Anlattığım her şey, bir süre içimde şekilleniyor, yaşıyor ve sonra çoğu zaman o konuşuyor, ben yazıyorum.” Yazarın hikâyelerini okuyanlar çoğunlukla bu durumdan olsa gerek onları oldukça samimi ve duygusal buluyorlar.

Öztürk hikâyelerinin insanların kalbine dokunan bir tarafı var. Yazılan metnin kalbe tesir etmesi o metnin hiç şüphesiz etkileyiciliğini de arttırıyor. Etkileyicilik ise duygudan bağımsız olmuyor. Zaten kitabın yazarının diğer bir özelliği de yazarken ve okurken duyguyu önemsemesidir. Duygularımız olmasa bir et yığınından farksız olurduk, onun için duygular önemlidir. Ayrıca bahsettiğimiz duygusallık durumuna en çok mütevazılık ve içtenlik yakışıyor. Öztürk’ün yazılarından tanıdığım kadarıyla mütevazı ve içten bir yazar olduğunu düşünüyorum.

Kitap on yedi kısa hikâyeden oluşuyor. Eseri okurken bir solukta rahatlıkla iki üç tanesini devirebiliyorsunuz. Kitabın ilk hikâyesi “Yük” Evren Arslan’a ithaf edilmiş. Kıyıda öyküsünün başına konulan alıntının (ki Mustafa Kutlu en sevdiğim hikâyecilerden birisidir.) beni son derece etkilediğini söyleyebilirim. “Halbuki ben babamın biricik oğlu olmuştum..” Kıyıda hikâyesi insanın hayalhanesini âdete tekrar canlandıran bir öykü.

Pencere mektupları, adı gibi üç kısa mektuptan oluşuyor. Mektuplar Ahmet, Suzan ve Orhan’a yazılmış. Bu üç mektubun ortak özelliği ise hepsinin pencereden yazılmış olması. Pencere mektuplarını okurken bir hayli eğlendiğimi söyleyebilirim. Diğer bir hikâye olan “Kesik Hava”da her şey bir sivrisineğin ölümüyle başlıyor. Sivrisinek güzel bir misal.

Yazarın kendi ifadesiyle söylersek hikâyelerimize hikâyeler ekliyor Ağır Tüy. Öztürk’ün kanatlarında ağırlaşan ve kelimelere düşen bu hikâyeler okurların sesine de eklemlenip içimizde yer ediyor. Bazen bu hikâyeleri okurken dönüp kendi hikâyenizi de düşünüyorsunuz. Bence her insanın bir hikâyesi vardır, olmalıdır. Hikâyelerimiz bizleri, birbirimizi biraz daha anlamaya, sevmeye davet eder. Hikâyelerimizi anlatabileceğimiz bir dost meclisi dahi bulamaz hale geldik. Ne üzücü…

Kahramanlar üzerinden bu hikâyeleri değerlendirdiğimizde yine eserin yazarı açısından ruh dilini susturamadığı için konuşmayan Asım, sürekli aşınan bir hayatı anlamlandırmaya çalışan Tonga, şehit eşine yirmi sene mektup yazan hüzünlü Şehnaz, Kekeç Meliha gibi karakterlerle karşılaşıyoruz. Bu kahramanlar okura hiç uzak ve yabancı tipler değil. Hepsi hayatın içinde yer alan kenarda köşede kalmış bizim insanlarımızdır. Kendi adıma bu karakterlerin anlatıldığı tüm hikâyeleri iyi ve etkileyici bulduğumu söyleyebilirim.

Bu on yedi hikâye içinde en çok kitaba ismini de veren “Ağır Tüy”ü sevdim. Bu yazıya başlık olarak seçtiğim; “her acının gölgesi başka acıların üstüne düşer” ifadesi mevzu bahis öyküden alıntıdır. Bence çağrışımları oldukça fazla olan bir imge. Hikâyede üvey bir çocuğun bulanık bir su birikintisine bakışı ve ürkek bir güvercinin onun kenarına gelmesi anlatılmış. Bu sahne bana niyeyse Andrey Tarkovski’nin Ayna filmini anımsatıyor.

Ortamdaki ağaç dallarının kırık olması belli belirsiz bir hüznü çağrıştırıyor. Çocuk güvercinin düşürüp gittiği tüy gibi birden bire ağırlaşıyordu. Ayaklar konuşarak konuşmayarak gelip geçiyor yanından. Gözler ise bakarak bakmayarak. Çocuk istemeden de olsa hikâyenin sonunda evine ve yeni annesinin yanına dönüyordu. Anne içeri girerken oğlunun bahçedeki musluğa takılan gözlerinde şapırdayan suları görmemek için yukarı bakıyor. Dağılıp topluyordu kuşlar. Sanki bir şeyleri kaybetmiş gibi. Ziyankâr gölgeler sokaklarda. Onları örtsün. Kuşlar…

Arif Akbaş

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir