Ağaçlar Yukarı Düşer mi?

Ömer Can Coşkun‘un üçüncü kitabı geçtiğimiz aylarda raflarda yerini aldı. Okuru, parçalı görünen ancak derinlerde ortak bir damarda birleşen öyküleriyle karşılıyor. Bireyin benlik arayışı, aidiyet sancısı, bekleyişin sessiz haykırışı ve dedeye dair duyulan özlem gibi temalar öne çıkarken; yazar, aynı zamanda modern insanın ruhsal çöküşünü, içsel mesafelerini ve zamanla yüzleşmenin kaçınılmazlığını metaforik bir dille işler. Kapıların kapanışı, işaret parmağının kaybı ya da bir mermer yumurta gibi detaylar; tasavvufi, varoluşsal ve psikolojik derinliklerle örülerek öykü evreninde simgesel ağırlık kazanır. Başlığındaki paradoksla uyum içinde tanıdık bir dünyanın haritasını çizer.

Kitap, her biri bir yaranın üzerine titreyen 19 hikâyeden örülü; yaralar ki bazen bir dedenin ceket cebinde unutulmuş bir anahtar, bazen duvarda genişleyen bir çatlak, bazen de kayı bir “K” harfi kadar sessiz ama derin. Her hikâye, kendi içinde bağımsız bir atmosfer sunsa da, yazarın dil ve tema sadakati sayesinde, kitap genelinde belirgin bir ton ve duygusal tutarlılık hissedilir. Hikâyeleri tek tek ele alırsak: İlk hikâye Yüzyumaz Yavuz Abimiz, mahelle kültürünün grotesk figürlerini ironiyle işleyerek korku, otorite ve travma temalarını ele alıyor. Yavuz’un çocukluğunda yaşadığı banyo travması onun yetişkinlikte suyla ilgili her şeye karşı patolojik bir nefret geliştirmesine neden olur. Yazar toplumun boyun eğişini ve korkunun iktidarı nasıl beslediğini mizahi bir dille anlatır.

Telaş Parçası, gündelik bir olayı varoluşsal bir krize ve hesaplaşmaya dönüştürür. İnsanın çaresizliğini ve umutsuz bir mizahını işlemiştir. Gözlerin “arsız” bir organ olarak betimlenmesi, insanın gerçeklikle kurduğu kırılgan ilişkinin altını çizer. Kafkaesk bir bürokrasiyle, çatı katı gibi distopik bir mekânda örülen hikâye psikolojik bir çözülmeye (kör olma korkusu) yer vererek, okuru “anlam arayışı”nın labirentinde kaybolmaya davet eder. Finadeki “bir bakayım” cümlesi, insanın merak ve umutla yeniden doğuşunun naif bir simgesi gibidir.

Mürekkep Düşünceler hikâyesiyle yalnızlık, umut, çaresizlik, insanın zihninde hapsoluşunu ve kaçınılmaz değişim gibi temaları, minimalist bir atmosfer ve şiirsel bir dille ele almıştır. Metin, bir odada geçen basit bir olayı (duvardaki çatlaklar ve bir kuşun varlığı) kullanarak, insanın iç dünyasına dair evrensel sorgulamalar yapıyor. Buradaki çatlaklar, kabul edilmesi gereken içsel yaraları; kuş ise yüzleşemediğimizde yitirdiğimiz umutları temsil eder.

Sinek Uğultusu, bir babanın zihninden sızan son anıların ve bir oğulun çaresiz sevgisinin hikâyesi. Küçük bir evde geçen bu minimalist anlatıyla, yaşlanmanın, unutuşun ve kaçınılmaz sonun acısını dokunaklı bir şekilde kaleme alıyor. İnsanın içsel uğultusunu hissettiren bu hikâyede sinekler de ölümün ta kendisidir belki. Baba onları kovalamıyor çünkü zihnindeki uğultuya çoktan teslim olmuştur. Oğul ise kovalıyor çünkü henüz vazgeçmemiştir.

Niyet Titremesi, beden ve zihin arasındaki çatışmayı, kalp ritimlerinin bozulması üzerinden içsel çöküşün ağırlığını şiirsel bir yaklaşımla sunar. Kelime oyunları ile içsel hesaplaşmayı, kalbin içindeki süveydayı, ruhun ve hayatın merkezinde bazı dalgalanmalar olduğunu, insanın kendisini bulma konusunda mecalini kalmadığını yansıtıyor. Tıbbi bir muayene sürecinden varoluşsal bir sorgulamaya dönüştürüyor yazar.

Devriye hikâyesi; benlik parçalanması, zamanın döngüselliği, hafızanın ihaneti üzerine kurulu varoluşçu izler taşıyan bir iç monologtur. Metin, “ben”in çoğulluğu ve bu benler arasındaki iktidar mücadelesini anlatırken, insanın kendine yabancılaşmasını ve geçmişin sürekli geri dönüşünü trajikomik bir dille sorguluyor. Körlük kitabındaki “adsız karakterler” gibi, anlatıcı da isimsiz bir “ben”ler yığınıdır. Jung’un “gölge” kavramıyla yüzleşir anlatıcı, bastırdığı benler onu ele geçirmeye başlamıştır. Bireyin iç savaşını bir saray metaforuyla evrenselleştirilir.

İnşallah Ağaçlar Yukarı Düşmez hikâyesiyle kitaba adını veren Ragıp adlı sıra dışı bir karakterin hayatı üzerinden, kimlik, aidiyet, inanç ve modern dünyanın ilginçliklerini sorgulayan bir hikâyedir. Metin, gerçeküstü öğelerle bezeli bir kurguda, bireyin toplumla çatışmasını, yabancılaşmayı ve “anlam arayışı”nın düşsel dökümünü sunuyor. Hikâye, Ragıp’ın ölümünden sonra bile toplumu rahatsız etmeye devam etmesiyle yani rüyalarda kahkaha atması biter. Bu, hakikatin bastırılamayacağına dair bir fısıltıdır belki de.

Sayısal Verilere Darılma, hikâyesi ölçülebilir uzaklıkların ötesinde duygusal yakınlık ve uzaklık kavramını irdeliyor. Karakter, gündelik sorumluluklarla baş edemeyişini, kendi eksikliğini ve aslında anlatıcının kendini ihmal edişini dokunaklı bir dille betimliyor.

Reklamlar, “Peri-şân Perihan” Ömer Can Coşkun’un umut, yanılsama ve toplumsal baskı temalarını ironik ve şiirsel bir dille işlediği bir hikâye. Perihan’ın güzelliği ve “esas oğlan”a duyduğu saplantılı aşk üzerinden, insanın kendini kandırma mekanizmalarını ve zamanın yıkıcılığını anlatıyor. Yazar bu hikâyesinde umudun nasıl bir tür irade felci yarattığını gösterir. Perihan’ın bitmeyen bekleme eylemi, Sisifos mitinin modern uyarlaması gibidir: Her sene yeni bir beyaz eşya almak, kayayı tepeye çıkarmaya benzer.

Z Raporu, mesajlaşma arayüzü formatıyla başlayan hikâye giderek kişisel bir içsel monologa dönüşüyor. Hikâye de düşüncelerin kopukluğu ve tek taraflı iletişimin hüznü metafor ediliyor. Bir zamanlar ifade edilen mesajların artık ifade etmediğinin itirafı gibidir.

Ünsüz Düşmesi, Ömer Can Coşkun’un mahallenin “büyümeyen çocuğu” üzerinden aşk, aidiyet ve toplumsal yabancılaşma ekseninde dönem trajikomik yolculuğunu anlatıyor. Bir duvara yazılan “KAHIR İÇİNDEYİM” yazısı ve kaybolan “K” harfi, karakterin kimlik erozyonunu ve sessiz çığlığını simgeliyor. Ayrıca “K” harfi “kendini” simgeler. Harfin yok oluşu, toplumun onu silikleştirdiğini de simgeleyebilir.

Devran, büfe çalışanı olan ve yüzündeki iyileşmeyen yaralar nedeniyle toplumdan dışlanan anlatıcının iç monoloğu üzerinden, insanın “öteki”yle kurduğu ilişkiyi, yalnızlığı ve pandemiyle değişen sosyal dinamikleri ele alıyor. Metin görünmez insanların sesi olmasıyla fiziksel ve sosyal yaraların kesişiminde bir karakter portresi çizer.

Hal Bu ki; kaos, arınma ve kimlik arayışını bir caminin kubbesi altında geçen iç monologlarla anlatıyor. Metin, sokakların kaotik, kirli gerçekliği ile kutsal mekânın saflığı arasında sıkışmış bireyin ruhsal çözülme ve yeniden doğuş mücadelesini yansıtır. Sonun belirsizliği ile okura kimlik arayışının bitmeyen doğasını vurgular.

Haliyle… Her Şey… Zamanla… hikâyesi ise, zamanın yıkıcılığı, değişimin kaçınılmazlığı ve kayıplarla baş etme çabasını, sevdiklerimizin bizde bıraktığı izleri anlatıyor. Metin, bir mektup formunda yazılmış olmasıyla da özlem ve hatıraların dokunaklı bir yüzleşmesini sunuyor.

Ateş Düşürücü, ateşli hastalık geçiren bir çocuğun fiziksel ve ruhsal çöküşünü metaforlarla zengileştirilmiş bir dille anlatıyor yazar. Ateş, hem fiziksel bir hastalık belirtisi hem de varoluşsal bir ıstırap metaforu olarak kullanılıyor. Çocuğun bedenindeki yükselen sıcaklık, çaresizliğin ve kontrol kaybının giderek artmasını simgeliyor. Ayrıca çocuğun ateşiyle dünyanın ateşi paralel ilerliyor. Ateş Düşürücü hikâyesi, bireysel ve toplumsal çöküşü bir çocuğun gözünden anlatan, şiirsel ve sert bir metin. Yazar, insanın doğayla, kendisiyle ve inançla olan ilişkisini ateş metaforu üzerinden sorgularken, umutsuzluk ve teslimiyet arasındaki o ince çizgiyi imgelerle resmediyor.

“Egg’santrik”, görünüşte basit bir mermer yumurta hikâyesi gibi başlasa da, derininde yaratıcılık, tasavvufi, toplumsal baskı, kusurları saklama ve kolektif şiddet gibi evrensel temalara değiniyor. Mizah ve gerçeküstü öğelerle bezeli bu hikâyede, hikâyenin açık sonu okuyucuda bir merak ve düşünme arzusu bırakıyor.

Cuma, hikâyesi sessiz bir vedanın ve yeniden buluşmanın hüzünlü ama umut dolu anlatısı. Yazar; cami, koyunlar, tıraş takımı gibi sembollerle kaybolan bir dünyanın izlerini sürerken, torunun dedesini yeniden tanıma çabası ruhsal bir dirilişin de ifadesidir. Baba, köyü ve dedeyi reddederken; torun köklerine dönerek bu soğukluğu tamir etmeye çalışıyor.

Misaldir, Meseldir, Masaldır, Öyledir hikâyesi ekolojik bir distopyadır. Geleneksel masal motiflerini kullanarak, insanın doğayla kurduğu sömürücü ilişkiyi ve bunun sonucunda dünyanın nasıl geri dönülemez bir kaosa sürüklendiğini anlatıyor. Ömer Can Coşkun, şiirsel dili ve karanlık mizahıyla, okurun güzelliği ticarileştirilmesi ve medeniyetin absürtlüğü üzerine düşündürüyor.

Uzakları Yakın ise bir vedanın anatomisini yazdığı son hikâyesidir kitabın. Anlatıcının “flu” gözleri, yalnızca fiziksel bir kusur değil, aynı zamanda hafızanın ve duyguların kayganlığının metaforu. Vedanın netliğini yakalama çabası, insanın kaçınılmaz olanı kabullenemeyişinin trajik ifadesi. Hüznün ve umutsuzluğun çizildiği bu hikâyede umudun üstünün çizilmesi kalan boşluğu bir tür özgürleşme olarak da okumaya izin verir. Belki de anlatıcı, kapı kapandıktan sonra kendi içindeki seslerle yüzleşerek yeni bir varoluş biçimi keşfedecektir.

Tüm bu hikâyeler bir bütün olarak okunduğunda, adının içerdiği ironi ve umutla uyum içinde, bireyin ruhsal topografyasına dair parçalı ama yankılı bir harita sunuyor. Coşkun’un öyküleri, kafkaesk bürokrasiden mahalle groteskine, distopik mekânlardan masalsı anlatılara, gündelik hayatın içsel çatışmalarından varoluşsal sorgulamalara uzanan geniş bir yelpazede insan olmanın ağırlını taşır. Kitap başlığındaki sorgulatıcı davet okuru şu soruyla başbaşa bırakır: Ağaçlar yukarı düşmez, evet; ama insan, köklerinden koparıldığında nereye düşer?

Kitabın çarpıcı yanı, “umut” ve “yıkım” arasındaki ince izgiyi işleyişidir. Reklamlar‘daki Perihan’ın beyaz eşya tutkusu, Sisifos’un kayasını andırır; Ateş Düşürücüde çocuğun bedenindeki ateş, dünyanın yanışıyla parelel ilerler. Ancak yazar, karamsarlığa teslim olmaz. Cuma‘da torunun dedesine dönüşü, köklerle barışmanın mümkün olduğunu ima eder. Uzakları Yakın‘da flu gözler, belki de netliğin bir illüzyon olduğunu hatırlatır bize.

İnşallah Ağaçlar Yukarı Düşmez, hem biçimsel deneyimi hem içerdiği derinlikli temalarla okura tanıdık bir coğrafyanın renklerini sunar. Gerçeklik, yer yer absürt imgelerle kırılır; fakat bu kırılmalar yazarın kurduğu sembolik yapılar içinde anlamlı karşılıklar bulur. Her hikâye aynı yoğunlukta iz bırakmasa da, kitabın genel havası, bugünün insanına, yitirdiğimiz anlama ve yüzleşemediğimiz korkulara dair çok katmanlı bir çağrışımlar evreni kurar. Yazarın bu çağrışımlar evreni, her okurda farklı izler bırakmaya adaydır.

Sinem Çağlancı

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir