Ömer Türker: İnsanın En Yüce Gayesi Nedir?

Hazreti Peygamber aleyhisselam, bir hadis-i şerifinde Cenâb-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim, bilinmeyi istedim.” Bir rivayet de, “Mahlukatı yarattım, beni bilsinler diye.”

Metafizik, fizik ve matematik bilimlerin ardından gelip de maksadı Allah’ı bilmek olan bilim demek. Bütün klasik metafizikçiler diyorlar ki, insanın en yüce maksadı, en yüce gayesi, varmak istediği en yüce hedefi ya da en büyük mutluluğu, insanın Allah’ı bilmek olduğudur. Bu büyük gelenek, İslam içinde de var, İslam’dan önceki dönemlerde de var. Ve yine diyorlar ki bütün bu geleneklerin hepsi, insanın en yüce gayesi, mutluluğu, Allah’ı bilmesidir. Şimdi burada Allah’ı bilmek birkaç kelimeyle yer değiştirebiliyor. Bunlardan bir tanesi Arapçasıyla marifetullah. Bir tanesi bunun mukabili olarak ma’rifetu’n-nefs, yani kendini bilmek. Sebebi de şu, dikkat edilirse insan, diğer canlılar içerisinde farklı olarak kendine ilişkin idrâke sahip bir varlık. Yani hem biliyor hem de bildiğini biliyor.

İnsanın idrâki, derinlemesine düşünüldüğünde, kendisine ait bir idrak değil, asıl en kritik nokta burası; İnsanin idrâki, ilâhi bir idrak. Bunu test etmek için basitçe bir örnek verelim, çünkü ilk duyduğunda insanlara biraz yadırgayıcı gelebiliyor bu. Sözgelimi, elimizdeki bir kalemi bütün yönleriyle bildiğimizi düşünelim. Yani kendi içinde çelişkili bir düşünce değil. Evet, bizim kendi imkânlarımızla, sözgelimi bileğimizdeki saati, kimyasıyla fiziği ile matematiği ile metafiziği ile aklımıza gelen bütün açılardan her yönüyle bilmemiz birey olarak mümkün değil, ama bilişimiz, yani bilme özelliğimiz, bunun tamamını bilmeye kabiliyetli. Farz edelim ki, Allah içimizden birisine saatle ilgili bilinebilecek her şeyi bildirse. Bunda bir imkansızlık var mı? Yok. Her şeyi bildirse o kimsenin saate ilişkin idraki ile Allah’ın saate ilişkin ilmi arasında ne fark olur? Dikkat edilirse bilmenin keyfiyeti bakımından bir farkı yok. Allah da insan da bu anlamda bilir ve bildiğini bilir. Farkına varır. Farkındalıklı bir bilgi. Bilginin nitelikleri bakımından fark olur. Yani Allah’ın bilgisi insanın bilgisayardan öncedir. Allah’ın bilgisi ezeli ve ebedidir. İnsanın bilgisi sonradan meydana gelir. Allah bir afet verirse kaybolur gider, sürekli değildir ama biliş dediğimiz faaliyet tamamıyla aynıdır. Biliş dediğimiz, yani ilâhî mertebede de insanî mertebede de farkına varmak, farkına vardığını farkına vararak idrak etmek, bu anlamıyla bilmek ilahi bir şeydir. İnsanın kendisine ilişkin marifeti bu anlamıyla hakka ilişkin marifetiyle paraleldir ve hak ancak insanın kendisini bildiği zaman bilinebilir bir ilkedir, bilinebilir bir gayedir. Bu anlamıyla erken dönem metinlerinde özellikle “kendini bilen Rabbini bilir”, denilir. Sebebi, insanda böyle bir bilişin, böyle bir bilgi faaliyetinin olabilmesi için Rabbin fiillerinin ve isimlerinin insanda olması gerekir. İnsanda bunlar olmadığı takdirde kendini bilmek nasıl Rabbi bilmek olacak?

Bunları bazen zıtlarıyla anlayabiliriz. Mesela, insan kendisinin acizliğini bilip Allah’ın kadirliğini idrak etmeye çalışabilir fakat insan sadece aciz değil ki, insan aynı zamanda kadir; insan sadece cahil değil ki, insan aynı zamanda âlim; insan sadece bast hâli yaşamıyor ki, kabz hâli de yaşıyor. Yani aklımıza gelecek ilahi fiil ve sıfatların tümünü biz insanda bir örneklem olarak seyredebiliyoruz, insanda gözleyebiliyoruz. Bu nedenle denilmiştir ki, hadis-i kudsideki ifadesiyle de götürebiliriz bunu, Allah’ı bilmek aslında insanın kendisini bilmesi demektir. Dolayısıyla Allah, kendi isim ve sıfatlarının bilinmesini arzuladığı için insanı ve bütün onun müştemilatında mahlukatı yaratmıştır. Klasik tasavvuf geleneği, insanın yaratılmışlar içerisinde en yücesi olduğunu söylüyor, yani türsel bir hakikat içerisinde en yücesi. Çünkü başka hiçbir canlıda zıtlıklarıyla birlikte bütün isimleri temaşa edemiyoruz. Ve başka hiçbir canlıda şu bahsettiğimiz bilişin keyfiyeti anlamında idrak, ilâhî olanla bu derece mütekabil, bu derece karşılıklı ve örtüşme özelliğine sahip değil. İnsanda ortaya çıkıyor.

Şimdi temel sorunlarından bir tanesi şu: Bu nasıl olacak? Yani insan nasıl olacak da kendine ilişkin marifeti, bilgiyi, Allah’a ilişkin bilgi olarak kavrayacak? Bütün nebevi gelenek, bütün peygamberler, nebevi geleneğin varisi olan alimler, veliler, bu nebevi geleneğinin dışında görünen, belki bir şekilde bazı İslam filozoflarının anlatısıyla nebevi gelenekle ilişkilendirilebilecek filozoflar, diyorlar ki, insanın kendisini bilmesinin Rabb’in bilgisine tekabül etmesi için insanın benliğini Hakk’a teslim etmesi gerekir. Bunun için de farklı yollar önerilmiş. Yollardan bir tanesi mutekellimûnun, felâsifenin temsil ettiği nazar yolu. Nazar yolu, Hakk’ın, âlemde ortaya çıkardığı fiiller izlenerek, gerisindeki ilâhî olanın, ilâhî vücudun aksi alınamaz bir kesinlikle fark edilmesini amaçlar. Bu ise insanın hayatının bütününü -filozoflar ilahi vücut diyorlar bu türlerdeki hakikatlere- ilahi vücudu kavrayarak geçirmesi ve buna uygun bir şekilde de fiilen pratik hayatta yaşam sürmesi gerekir. Bir yönüyle düşünce bir yönüyle davranış olan ve ancak ikisi birleştiğinde ulaşılabilir bir hedef; kulluğu böyle düşünüyorlar. Bunun ismi başka cihetten kulluk.

Bazı gelenekler diyorlar ki, -İslam öncesi mistikler, İslam’da mutasavvuflar, aslında temelde bu söyleyeceğim yöntemi dile getirirler- bizim, böylesi bir marifeti kavrayabilmemiz için zihnimizi, aklımızı, kalbimizi, gönlümüzü hangi kelimeyi seviyorsak -bunlar birbirinin yerine kullanılabilir bu bağlamda- başka bütün şeyleri ardına alıp sadece ilahi olana kilitlememiz gerekir. Bu konuyu anlatırken İmam Gazzâlî’nin bir hikâyesi var, onu anlatmayı çok severim. Bana çok etkileyici gelir. İmam Gazzâlî, Mîzânu’l-Amel kitabında anlatıyor bunu. Diyor ki, ben gençliğimde tasavvuf yolunu denedim ama dünyevi arzular engel oldu, ulaşamadım. Sonra ilerleyen yaşlarda tekrar bu yolu denemeye karar verdim. Yolda mukaddem olan birisiyle görüştüm. -Öyle anlaşılıyor ki bir şeyh efendi ile görüşmüş.- Dedim ki ona, bana söyle, ne yapayım, kendimi Hakk yoluna adamak istiyorum, yani marifetullahı ya da ma’rifetu’n-nefs neyse, yani bu insan için en yüce mutluluk neyse hakikaten bulup peşinde olmak istiyorum. -Bunu yaptığı sırada artık Gazzâlî, Nizamiye medreselerinin başında, İslam dünyasının en tanınmış, en şöhretli âlimi, böyle bir konumda; yani dönemin en büyük mütekellimi ve usulcüsü.- Ne yapayım, inzivaya çekilip Kur’an mı okuyayım? Demiş ki o zat, yok, Kur’an okuyarak hiçbir şey olamazsın. Ne yapayım peki diye sordum? Dilin ve kalbin paralel bir şekilde, Allah zikri çekeceksin inzivada. Sonra dilden gidecek. Yani ses tamamen kaybolacak. Kalp, zikri çekmeye devam edecek. Daha sonra kalpten Allah lafzı silinecek ve yalnızca Allah manası olacak. -Hazreti peygamber aleyhisselam’ın bir hadisi var ya, günah kalbe düşen bir lekedir. Kişi istiğfar etmediği zaman büyür, büyür, kalbin tamamını kapsar diye. Aslında Allah manası da böyledir. Kişinin gönlüne bir anlam olarak düşer. Şayet ısrarcı olursa, o mana büyür büyür ve kalbi kaplar. Hazreti peygamberin söylediğinin, yani günah tarafından söylediğinin Allah’a yaklaşma tarafındaki ifadesi de bu.- Şeyh efendi, İmam Gazzâlî’ye diyor, daha sonra daim olacaksın, gider bu yoksa. -Bak bu bile gider diyor, daim olacaksın.- Sonra diyor, bekleyeceksin, bu makam kulluk makamıdır. Unutma, Allah Allah, kul kul, diyor, değişmiyor bir şey. Allah, bize bir şey vermek zorunda değil. Fakat diyor şeyh efendi, âlemlerin Rabbi cömerttir. Bazen öyle gelir ki hiçbir şey kalmadan gider feyiz; bazen gelir, bir kısmı kalır, bir kısmı gider bazen gelir yazmaya kalksan ciltler dolusu kitap almaz bu bilgiyi. Salikin, bu yola çıkanın, kalbinin genişliğine göre, kabına göre şekillenir, diyor.

İnsanın fikriyle, zihniyle, organlarıyla değil, -çünkü insanlar bunu genelde organlarıyla anlıyor ameli çoğaltmak olarak düşünüyorlar- amel etmesi gerekir. Amel, kalbin ardından geldiği zaman fayda veren bir şeydir. Kalbin önüne geçmiş amel, insanda yalnızca kabalık oluşturur. Zihnin ardından gelen, kalbi takip eden amel insanda Hakk’a yaklaştırıcı hakiki manada işlev görür. Şöyle bir hataya düşmeyelim tabii, Allah Resulüne ittibayı amaçlayan her türlü şey kıymetlidir ama böylesine yüce bir maksadın peşinden gitme söz konusu olduğunda, maksat bu olduğunda ve kişi buna kilitlendiğinde amel, kalbin ardından gelerek fayda sağlayabilir. O nedenle buna riyazet, yani mücadele yöntemi diyorlar. Riyazet ve mücahede, organların amelleriyle ilgili; mesela aç kalmak, susuz kalmak, bunları çağrıştırdığı ve daha ziyade bu türlü fiillerle yapıldığı için insanın aklında amelle yetkinleşme kalıyor. Halbuki bu, amelle yetkinleşme değil, amelî kendisini Allah’a yöneltip başka unsurlardan ayıklanan kalbin ardından götürme ameliyesi. Bu ancak insanda marifetullah ya da ma’rifetu’n-nefs dediğimiz bir durumu oluşturur, diyor, işte bu gelenek.

Aslında, Suhreverdî gibi bazı işrâkî filozoflar, nebevi yöntemin bu olduğunu söylediler. Yani peygamberane yöntem budur. Çünkü peygamberlerden herhangi birisi, gidip fizik, kimya, matematik araştırması yapmıyor. Ama peygamberlerin tamamı, -hazreti peygamberin dâr-ı bekâya irtihali sırasında söylediği son söz var ya, “Maa’r-refîki’l-a’lâ”, yani, en yüce dostla birlikte; bu en yüce dostla birlikte bir peygamber ağzında temenni değil. Göçerken dile getirdiği bir arzu değil, fiilen içinde bulunduğu bir hâl- her şeyin kendisi etrafında örüldüğü, her şeyin kendisi için anlamlı olduğu ve kendisinden bağımsız olduğunda, kendisinden bu ayrıldığında, anlamını tamamen kaybettiği fiili bir durumdadır. Peygamber aleyhisselamın ve başka peygamberin hayatının tamamını kuşatan fiili bir durum. İşte nebevi yol bu aslında, yani peygamberlerin insanlara getirdiği hakikat aslında. Biz, peygamberleri ekseriyetle koydukları kurallarla düşünürüz. Hazreti peygamber örneğini düşünecek olursak, koyduğu kurallarla düşünürüz. Tebliğ ettiği ibadetlerle düşünürüz, insanlar arası ilişkiyi düzenlemesiyle, tarihsel misyonlarla düşünürüz. Zihnimiz buna yatkındır. Halbuki nübüvvetin verdiği haber bu değil. Nübüvvet, büyük haberi veren demek ya, nübüvetin verdiği haber bu değil. Nübüvvetin verdiği haber, Allah manasının insan zihnini, kalbini kuşatıp davranışları peşinden sürüklemesi. Nübüvetin verdiği, insana getirdiği asıl haber bu.

Bir peygamberi başka bütün insanlardan ayıran iki özelliği vardır. Çok temel iki özelliği; bir, Allah’ın iradesini insanlara tebliğ eder. Yani Allah’tan haber verir. O nedenle peygamberin bilgisi istidlal değildir. Yani araştırıp araştırıp da, buradan şu netice çıkıyor, öyle bilgi değildir. Allah’tan haber verir ve Allah’tan haber veremeyen insan hakiki anlamda metafizikçi olamaz. Gerçek metafizikçilik ordan çıkar. Çünkü fiziğin ötesine geçen zihin ancak bu şekilde geçebilir. İkincisi ise ahiretten haber vermektir. Yani dikkat ederseniz haberin biri Allah’tan diğer insandandır. Ahiretten haber vermek, insanın akıbetini bildirmek demektir. “Bu insanlık ne olacak? Birey olarak ben ne olacağım?” buna ilişkin bir bilgidir. Bu bilgiye sahip olmayan insanın fiziksel sınırlarının ötesine geçip de kendisi namına türkü yakalacak bir insan olması beklenemez. İşte bunun için naat söylenebilir. Bunun doğum günü kutlanır. Yani, kendisi için Kisrâ sütunları yıkılır. Başka bir şeyden dolayı olamaz. Çünkü bu insan için en kıymetli bilgidir. Çok yüce bir bilgidir bu. Asıl itibariyle peygamber aleyhisselamın ve başka peygamberlerin tebliğ ettiği tedeyyün de budur, yani dindarlık da budur. Dindarlık, fiillerin niceliksel olarak artması değil, Allah manasının kalbi kuşatıp bütün davranışları buna göre şekillendirmesi, dindarlık dediğimiz şey budur. Şimdi bu, eğer bir insanda yaşantı olursa kulluk dediğimiz şey ortaya çıkıyor. Bu kulluğun başı, ortası ve sonu ise farklı mertebeleriyle marifetullah… Bu kulluğun başı, ortası ve sonu farklı cihetleriyle ma’rifetu’n-nefs, kişinin kendini bilmesi… Bu kulluğun başı, ortası ve sonu Allah’a ilişkin marifet ve O’na kalbi bir teslimiyet olduğu için farklı mertebeleriyle sevgi ve aşk… Aşk kelimesi, malumunuz, ışk, arapçası sarmaşık demek. Yani, Allah anlamı, kişinin kalbini sarıp bütün davranışlarını şekillendireceği için buna aşk denilmiş. Tam bir merbutiyetle Hakk’a bağlanıp tam bir irtibatla Hakk’a bağlanma söz konusu olduğu için buna aşk denilmiş. O nedenle insanın Allah’a olan aşkı fiil ve durum söz konusu olduğunda kendini kulluk olarak gösterir. İdrak söz konusu olduğunda kendini bilgi olarak gösterir. Duygular söz konusu olduğunda kendini teslimiyetin verdiği, haşyetin verdiği bir coşku olarak gösterir.

Hakk’a ilişkin bilgimiz bir kanaldan gelen bilgi değil, Hakk’ın kendisini bildirmesiyle açılan bir bilgi. Kullandığımız bağlamda marifetullah kitabî değil; yani Allah’ın kendisini bildirmesi bir kitaptan okunan bir bilgi değil, bir insanın ağzından duyulan bir bilgi değil. Burada belki biraz önce başka cihetlerden baktığımız için bu kısmı çok açmadık. Burada açılması gereken kısım şu: Sâlîkin, müminin, hakka teslimiyet peşinde olanın, yani Hakk’ı bilme peşinde olanın Hakk’a ilişkin bilgisi, tıpkı kendisine ilişkin bilgisi gibi oluş hâlinde bir bilgidir, sürekli oluşan bir bilgidir. Yani, süre giden bir bilgidir. Akıcı, seyyal bir bilgidir. Bu başka bilgilerle örtüşebilir. Aynı tecrübe bir başka şahsın tecrübesiyle örtüşebilir, kitaplarda anlatılanla örtüşebilir ama kişinin kendisine ait mahrem bilgidir. Bilginin içeriği mahrem değildir, insanlar ekseriyetle bilginin içeriğini mahrem zannederler. Yani, tasavvufî bilginin mahrem olduğunu düşünürler. Anlatılmaz değil, bilginin içeriği çok bellidir. Zaten peygamberin getirdiğinden daha üst bilgiyi kim getirebilir, İslam dininin esaslarını dikkate aldığımızda?

Bir yönelişte ortaya çıkan bilgi kişinin kendisine ait bilgidir, başkasıyla paylaşılan bilgi değildir. Tıpkı yemek yerken aldığınız lezzet gibi, su içerken aldığımız haz gibi. Unic/eşsiz ama başkası da haz alıyor ve başkasının haz aldığını biliyorsak aynı zamanda nesnel; yani son derece öznel, bireysel ama aynı zamanda nesnel. Hakk’ın bu anlamıyla bilgisi, Allah’a ilişkin idrak, kişi yöneldikçe ortaya çıkan bir idraktir. Bundan dolayı insanın yönelişi güçlendikçe insanın hakkı, aşkı, teslimiyeti arttıkça marifeti artar. Yani bu insanda aksi alınamaz bir idrake dönüşür. Bu her zaman onun ardından gelen bir idrak anlamında değil, yönelişin kendisi bazen bilgiyi ihtiva eder ve o bilgi kişide artık bir idrake dönüşür, hakka ilişkin bir idrake dönüştür. Yani kişinin birey olarak kendisiyle Allah arasındaki ilişki canlanır. Sevginin böyle bir özelliği var. Bu nedenle Allah, teslim oldukça bildiğimiz bir Allah’tır. Sevdikçe, yöneldikçe bildiğimiz bir Allah’tır. Ama Allah Resulü peygambere ilişkili idrakimiz, onu tanıdıkça peşinden gelen bir idraktır ve bu bize İslam geleneği tarafından, o sahih gelenek tarafından intikal ettirilir. Peygamberi insan tanıdıkça, onun insanlık için ifade ettiği konumu idrak eder. Haber verdiği, nebi olma vasfı ile haber verdiği şeyin, birey olarak benim için kıymetini idrak eder. Haber verdiği hususların insanlık için ifade ettiği kıymeti idrak eder. Böylece peygamberi bilmekle insanın gönlünde peygamber heybeti oluşur. Peygamberin heybeti ve sevgisi, O’na dair idrakin peşinden gelir. Hakkın heybeti ve sevgisi ise heybet ve sevginin gönlünde doldurulup önce gönle konulup içeriğinin Allah tarafından doldurulmasıyla sağlanır. Arada gerçekten böyle bir fark vardır.

Kulluk, sevgi ve bilgi arasında aslında birbirini iltizam eden, birbirini gerektiren bir ilişki vardır. Kulluk ediyoruz, bilgi alırız ama bilmeden de kulluk edilmiyor. İnsan çünkü bilmediğini arzu duyamayan bir varlık. Bir şeye arzu duyabilmemiz için en azından bir yönden ona çıkara ilişkin bir idrakimizin olması gerekir. Başka türlü biz onu arzu duyamayız. Bu anlamda idrakimiz, daima, yönelişimiz her neye ise, ona dair, o yönelişin kendisini önceler. Ama önceliğen idrak, yönelişin ardından gelen idraktan başkadır. O yönelişi önceleyen sevgi, yönelişin ardından gelen sevgiden başkadır. Bütün bunlar farklı mertebeleriyle birbirini gerektiren durumlar; sevgi yönelişi, yöneliş bilgiyi doğurur. Bilgi sevgiyi artırır. Sevgi, yönelişi tekrar alevlendirir. O yöneliş, başka bir bilgiyi doğurur. Bu anlamda Hakk’ta seyir sonsuz bir şeydir. Yani, Allah’ta seyir Allah’a ilişkin idrak, bir şeyi bildiğimiz zaman ardı olmayan bir idrak değil. Tükenen bir şey değil. Çünkü, hiçbir zaman Hakk’ı, Hakk olarak bilemeyeceğiz. Yani hazreti peygamber diyor ya, “Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma’rifetike…”, yani, “Seni Hakk’ıyla bilemedik.” Bu zahir anlamıyla doğrudur. Burada mecaz yok. Yani biz Allah’ı hiçbir zaman, Allah her ne ise kendinde o şekilde bilemeyeceğiz. Ve Allah’ın, bize kendisini gösterebilmesinin, kendisinin tecellisini arz etmesinin de bir sınırı yok. Bu nedenle Hakk’ta seyir, Hakk’ı bilmekte, Hakk’ı sevmekte seyir, daima bir adımın diğerini peşinden getirdiği ve sonu gelmez bir seyirdir. Burada bilcümle, yani genel olarak duraklardan bahsederiz ve kulun o nedenle aslî hâli telvindir; hâlden hâle geçiştir. Aslî hâli temkin değildir, yani sabite değildir. Sabite, o telvinlerin kendi içindeki bütünlüğü açısından verilen bir isim. Daima benimle Allah arasında canlı olan bir sevgi, bilgi ve aşk ilişkisi üzerine kurulur, kulla Allah arasındaki ilişki.

Ömer Türker


Kaynak: Bu metni, MyMecra YouTube hesabındaki “İnsanın En Yüce Gayesi Nedir?” videosundan çözümlenmiştir.

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir