Uykunun ya da uyanıklığın eşiğindeki bir imamın tefekkür hikâyesidir.
***
Birden kendimi uyanık bir halde buldum. Ya da yarı uyanık bir halde mi demeliyim? Emin değilim ama o an bunların farkında değildim.
– Bana uyanmayı lütfeden Allah’a hamdolsun. Ya Rab, günahlarımı bağışla!
Neden sonra aklıma şu düşünceler düşüverdi:
– Ne kötü bir kulum! Bunca zamandır Rabbimden diledim de diledim; Allah’ım, bana şunu ver, bunu ihsan et, günahlarımı affet, beni cennetine koy… Ama bir kez olsun ona nasıl olduğunu sormadım. Ne utanç verici! Sen ne kötü bir kulsun!
Bu son sözle irkildim.
– Bir dakika! Ne? Ama bu söz küfür değil mi? Değil mi yoksa? Yoksa küfür mü? Akait esaslarına aykırı değil mi? “Nasılsın Rabbim?” Ne demek bu? Dur, biraz beyin fırtınasına ihtiyacın var. Düşün! Düşün… Ona hiçbir zaman yorgun olup olmadığını sormadım. Çünkü O’nda ne yorgunluk olur, ne uyuşukluk, ne bir uyuklama. Peki, O’na nasıl olduğunu sormakla ne demek istemiş olabilirim ki? Şimdiye dek O’na hiçbir zaman, tüm bu dünya işlerinden usanıp usanmadığımı sormadıysam şayet -ki sormadım- şimdi neden bu soruyu sorayım? Bu soru ancak arkadaşa denk birine sorulabilir. Hal böyleyken, tüm kâinatı yoktan var eden kâdir-i mutlak âlemlerin Rabbine nasıl olduğunu sormak son derece edep dışı değil mi? Arkadaş nerede, Yüce Allah nerede! O ki; O’nun için sekstilyonlarca elektronun, atomların çekirdeği etrafında sonsuza kadar dönmesini sağlamak, bir kâğıt parçasına tek bir nokta koymaktan daha zor değildir. Ve bu misal, O’nun her şeye kadir olduğunu beyan için pek yetersiz bir ifadedir. O sadece bir şeyi diler ve o şey oluverir! Şimdi… Ben kimim ki O’na “nasılsın?” sorusunu soracağım!
Tüm gece yanımda mışıl mışıl uyuyan, en iyi uyuma pozisyonu olarak ayağını yüzüme koymakta ısrar eden oğlumdan hafifçe uzaklaşarak daha rahat bir şekil almak için yatağımda şöyle bir kımıldandım.
– Mübarek Allah dostlarından Habib-i Neccâr hazretleri bile “Ben kimim ki…” demedi mi? Öylesi büyük bir veli dahi büyük bir tevazu ile kendisini yaratan Rabbine böyle söylerken, ben kimim ki bu abes soruyu sorayım? Bu “Nasılsın?” sorusu, O’nun fiziksel sıhhati ile ilgili olamaz elbette. Peki, neyle ilgili olabilir? Zaman ve mekân O’nun mahlûklarıyken ve bizler bu zamanı doğrusal bir şekilde yaşıyorken, fakat O, tüm zamanın her bir ânını görebiliyorken, yani O her şeyi hakkıyla bilenken… Demem o ki ölümün, yaşamın, kısacası tüm mevcudatın efendisi olan âlemlerin Rabbine küfre düşmeden “nasılsın?” sorusunu nasıl sorabilirim ki?
Yarı açık gözlerimle karanlığı tararcasına tavana öylece bakarken buldum kendimi. Belli ki bir süre daha tefekküre ihtiyacım vardı. Beynimdeki fırtına devam ediyordu. Ve sonunda, birkaç dakika sonra kafamın içinde şimşekler çaktığını hissettim.
– Evet! İşte buldum cevabı! Ey yüce Allah’ım! Ey bir tüm kâinatı yaratıveren, her şeyi hakkıyla bilen, gören, sonsuz kudret sahibi Rabbim, nasılsın… benimle? Hâlâ seviyor musun beni? Biliyorum ki şimdiye dek beni -her ne kadar en iyi kulun olamadıysam da- hep sevdin ve korudun. İtiraf ediyorum ki iyi bir kul olabilmek için elimden gelenin en iyisini de yapamadım. Daha iyi olabilirdim… Olmalıyım da… Biliyorum ama… Zayıfım ya Rabbi. Acizim. Nefsimin kurbanıyım. Yine de biliyorum ki seviyorsun beni. En azından beni sevdiğini umuyorum. Beni kendi aptallıklarımla baş başa bırakmamanı ve beni sonsuza dek sevmeni diliyorum. Yani… Demem o ki… Benimle aran nasıl ya Rabbi? Bir günahkâr olmamdan ötürü gazabını mı hak ettim yoksa! Beni bağışlar mısın yüce Rabbim?
Zırrr! Zırrr! Çalan, saatimin alarmıydı. İşte o an tamamen kendimdeydim. Öncesinde ne uykuda ne de uyanık olduğumu işte o an anladım. Uykuyla uyanıklık arasında bir yerlerdeydim. Uykunun eşiğindeydim. Belki de ayıklığın… Aslında her zaman olduğu gibi…
Fikret Kömürcü
İngilizceden çeviren: Cüneyt Dal
1 Yorum