Mezar Saati

Yıllar var ki sana mektup yazmadım. On üç koca yıldan bahsediyorum. Çünkü yazdıkça yanlış anlaşıldım, yanlış anlaşıldıkça kendime kızdım. Sen bir elvedaya özne oldun, ben bir hüzne yüklem. Yetmedi, beden elbiseni toprağa hediye ettin, kokunu bir rüzgâra…

Derken günler ayları, aylar ise yılları kovaladı ve ben bir daldan düşen yaprak gibi soldum. Soldukça bilendim, sürekli kendimi sorguladım. Kaç kez kendimden çıkıp, yabancı biri gözüyle yine kendime baktım. Hâlâ körü olduğum sayısız noktam var. Anladım ki insan, gözlerindeki bakışları kaybedebiliyormuş. Ve anladım insan basit olduğu kadar derin de olabiliyormuş. İnan, insanın olamayacağı bir şey yok!

Biliyor musun, acılar bulaşıcı değildir. Her acı kendi bedeninde değerlidir. Değerli dediğime bakma aslında “taş yerinde ağırdır” demek istiyorum. Evet anladın, öznellikten bahsediyorum. İnsanın bir türlü birbirini anlayamamasından. Anlaşılamamanın verdiği acıdan, kibirden ve ötesinden… İstersen, insanın koskocaman yalnızlığı da diyebilirsin. Gerçi hep senin dediğin oluyor… Hüküm senin elinde. Bazen kendimi bir okyanustaki dalganın içindeki küçücük bir damla olarak tahayyül ediyorum. Dalganın içindeki damla olduğunu hissetmek bütünlenememeyi ifade ediyor. Çünkü dalga, damlalar kümesinden ibaret. Ben, hiçbir kümeye dâhil olamadım. Sadece dâhilmişim gibi yaptım. Mış gibi… Hayatı da zaten mış gibi yaşadım. Yaşamış gibi…

Bütünlenmeye ihtiyacımız var. Kendimizi kaybetmeye. Bir bütünün içinde unutmaya. Vecd u istiğrak hali… Ama birey olmaya da ihtiyacımız var. Bütünün içinde fark edilmeye, değer ve saygı görmeye… Ne kadar çok şeye muhtaç olduğumuzu fark ettin mi? Bu kadar aciz bir varlığız işte. Ama ebedilik sevdasındayız aynı zamanda. Hayat, bir rüzgârın esmesi ve sonra dinmesi değil de nedir! Vakit dedikleri sadece şimdi’dir. Yani an. An ise sürekli geçmişle öpüşüyor. İnsanın serancamı da bu… Geleceğe kurulu varlık olup geçmişte yaşamak… Ve geçmişten getirdiği bavulların altında inlemek… Belki de “Tövbe, geçmişi unutmaktır.” sözüne gönlümü açmalıydım, ama ben tuttum “Tövbe, geçmişi unutmamaktır” cümlesine ev oldum.

Bedbin bir düşünür “Canı sıkılmak, zaman çiğnemektir” der. Bu söze göre çokça zaman çiğnemiş oluyorum. Zaman çiğnemek; zamanı çarçur etmek, vakti boşa geçirmek ve böylece kişisel tekâmülün durması sanırım. İnsan kendinin düşmanıdır derdim de inanmazdın. Hakiki manada kendini düşünen biri, zamanı çiğner mi hiç! Vakit, insanın tek sermayesi. Sermayeyi çarçur etmek de, ihyâ etmek de insanın elinde. Can sıkıntısı eğer hiçbir şey yaptırmıyor ve insanı olduğu yerde sabitliyorsa, bu, tekâmülün intiharıdır. Bunları yazarken bile canım sıkılıyor. Kronik bir durum bu anlaşılan. İnsanın canı, sıkılmaya alıştı mı, sıkılmadan duramıyor. Bir şekilde hayatı kendine zindan etmesini beceriyor. Bak yine aynı noktaya geldik. İnsan kendinin düşmanıdır meselesine. Ama buna inanmak istemeyenler, sürekli suçlayacakları birini bulmada çok mahirler. Bir şekilde kendilerini suçsuz ilan etmeyi başaran insanlarla çevrilmiş etrafımız. Bazen ben de dâhil oluyorum bu furyaya… Aklımı tatile çıkarıyor ve duygularımın sesine bırakıyorum kendimi. Bir süre de rahat ediyorum. Uyuşturucu gibi bir şey bu. Ayılana kadar her şey güzel, sorun yok. Ama ayılınca tüm ertelediklerim üstüme çullanıveriyor. İşte burada iki kapı açılıyor insanın önüne. Ya sürekli başkalarını suçlamaya devam edip anlık rahatlamalarla hayatını devam ettirecek ya da suçu yüklenip, bu yük ile yaşamanın yolunu bulacak. Ben ikincisini seçtim. İnsanları suçlamanın âlemi yok. Bu sadece kaçmak ve ben kaçmaktan yoruldum.

İşte böyle, batı cephesinde yeni bir şey yok. Yenilmeye devam ediyorum. Salih Mirzabeyoğlu ise; “Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!..” diyor. Bir şeyleri malum kılabildim mi?

Not: Eğer bunalmazsam, birkaç hafta boyunca her pazar günü sana mektup yazmaya devam edeceğim. Daha çok anlaşılmamak için. Varlık ila yokluk arasındaki oyunda olduğumu göstermek için. Zevk değil ıstırap duymak için.

Sulhi Ceylan

 

 

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • A. , 30/06/2022

    Bazen hayati cok da sey etmeden oylesine yasamali insan.

    Basitlikte mukemmellik vardir bayim, lakin sairlerin yuzyillardir yaptigi ihtilaller sonucu hayata dair her vakayi zihnimizde mubagla etmeye basladik.

    Bazen insanlar gibi hayaller de inanclar da umutlar da ölur. Tabuta koyarsin, gomersin, bir fatiha okuyup gidersin. Bu kadar basittir. Bu kadar mukemmeldir hayat lakin sairlerin her tabut basinda agit yakmasi, hayalet cesetlerden ayrilamamasi… edebiyat dunyasi bile olsa caiz olmamali.

  • Tahir Tarık , 27/06/2022

    Sabotaj:) Hikâye : Nazar Ber-Kadem

    Başını kaldırıp baktı; şeyhi önünde yürüyordu. Bakışlarını usulca ayakkabılarının ucuna indirdi. Gönlü huzurla dolmuştu. Çaycı Ali’nin gözleri her ne kadar ayak ucuna baksada gönlü şeyhinin hayaliyle doluydu. Pıtır pıtır yürümeye başladı.  Evi caddenin bir ucundaydı, dergâhta öbür ucunda. Çaycı Ali her gün ikindi hatmesinden önce evinden çıkar, dergâha gider, kapanışa kadar çay ocağında hizmet ederdi. Cadde boşken normal bir yürüyüşle on dakikada dergâha varırken; evden çıkışı mesai saatinin bitimine rastladığı için lebaleb dolan yolu on beş dakikada ancak gidebiliyordu. Fakat son dört aydır bu süre uzamıştı. Çaycı Ali artık evden biraz daha erken çıkıyor; bazen yarım saat, bazen de kırk dakikada ancak dergâha varabiliyordu. Çünkü dört ay kadar önce bir sohbette duyduğu üzere hayali rabıta yapmaya başlamıştı. Evinin kapısından caddede ki nalburun önüne kadar yol boyunca ellerini edeple bağlıyor, başını eğiyor mürşidinin önünde yürüdüğünü hayal ederek -pabuç ucuna bakarak- yürüyordu. Bu sırada dönercinin, kadın kuaförünün, kuruyemişçinin, banka şubesinin önünden geçip gitmişti. Devamında Nalburu, berber Hasan abiyi, terzi Kemal’i peşi sıra birkaç dükkân geçtikten sonra kırtasiyenin önünden dergâha kadar tekrar otuz üç estağfurullah çekip; şeyhini, sarığıyla cübbesiyle hayal eder, şeyhinin taylasanı bu hayal aleminde tatlı bir rüzgârla uçuşurken, Çaycı Ali, anlatılmaz bir zevkle başını önüne eğer, ayak ucuna bakarak minik adımlar atardı. Bu rabıtayı yavaş yavaş bütün yola yaydı. Bir iki ay sonra öyle bir hale gelmişti ki bazen birinci adımında evden çıkıyor ikinci adımında kendini dergâhın kapısından içeri girerken buluyordu. Ara sıra rabıtası dağılsada hemen bu anlık gafletinden kurtulmak için mücadele ediyor yaşadığı güzel hâli kaybetmekten korkuyordu. Bu hâlden o kadar zevk almaya başlamıştı ki artık evdeyken sabırsızlıkla alışkanlık edindiği çıkış saatini bekliyor. Dergâhtayken de kapanış saatini gözlüyordu. Artık herşey onun için bu dergâha gidiş geliş yolculuğunun yanında git gide önemsizleşiyordu.
    Bir gün yine mutad olduğu üzere besmeleyle evin kapısından caddeye adımını attı. Otuz üç estağfurullah çekip biraz durdu. Şeyhini hayal etti. Cadde hınca hınç doluydu. Yürümeye başladı. Bir yandan rabıtalı yürümek bir yandan da insanlara çarpmamak için gayret ediyor mümkün olduğunca minik adımlar atıyordu. Caddenin sağından, gözlerini ayak ucuna dikerek yürüyordu. Bir an gözlerinin ufak bir kaymasıyla kendi ayakkabısının yanından kırmızı bir ayakkabının geçip gittiğini gördü. Ayakkabının kırmızılığı o kadar hoştu ki bir kaç dakika gönlünü oyaladı. Hemen sonra bu kırmızı rugan ayakkabıların bir kadına ait olduğunu anladı. Büyük bir ihtimalle bir İstanbul hanım efendisiydi. Bu kadar şık, zarif ve tatlı bir kırmızılığı olan bu ayakkabıların her nedense ancak bir hanımefendiye ait olabileceği hissine yenik düştü. Bu ayakkabı meselesi onu dergâhın kapısına kadar oyaladı. Dergâhın kapısıyla karşı karşıya kalınca hâline şaşırdı ve istiğfar etti. O gün dergâhta ki hizmeti aynı şekilde geçti. Ertesi gün evinden çıkarken rabıtasını toparlamaya çalışsada yine caddenin sağına geçti. Dünkü rugan ayakkabılar şeyhiyle arasına giriyor, Çaycı Ali kısa bir dalgınlıktan sonra tekrar rabıtasına dönmeye çalışıyordu. Artık kalp huzuru bozulmuştu. O gün kırmızı rugan ayakkabıları görmesede, görmek için, içinde kuvvetli bir isteğin oluştuğunu hissediyordu. Bir sonra ki gün evden çıkınca yine rabıtasını toparlamaya çalışmış ama biraz sonra ayak ucuna bakan gözleri kırmızı rugan ayakkabıları aramaya başlamıştı. Biraz sonra, hiç beklemediği bir anda yanından geçti. Aman Allahım! Ne kadar zarif ayakkabılar! Ne kadar güzel! Kesin saygıdeğer bir hanımefendiye ait! Ne hoş bir kırmızı! Tıpkı rüya gibi!
    Çaycı Ali, kırk yaşını bulmuştu. Rahmetli annesi hayattayken evlilik için bir kaç görüşmesi olumsuz geçince, kendini şeyhinin dergâhında hizmete adamaya ve evlenmemeye niyet etmişti. Dergâhtakiler bekârlığın bu yolun adabına uygun olmadığını söylesede, o bir çok büyük zattan örnekler vererek eleştirilere göğüs geriyordu. Ona göre nefsini terbiye etmemiş birinin aile kurmak gibi önemli bir sorumluluğu yüklenmesi doğru değildi. Fakat her ne kadar gizlesede kafasında her zaman ideal bir kadın tipi varlığını koruyordu. Ona göre böyle bir kadın yaşıyor olsaydı o zaman evlenmemek için bir sebep olmazdı. İşte bu kırmızı rugan ayakkabılı kadın fikirlerini yavaş yavaş değiştirmeye başlamış hatta bütün gün gönlünü meşgul etmeye başlamıştı. Gördüğü en ufak bir kırmızı nokta hatta bir kiraz lekesi bile bir anda gözlerinin önüne o parıl parıl kırmızı rugan ayakkabıları getiriyordu. Artık evden çıkarken tek isteği, bir kere daha onları görebilmekti. Dergâhtayken bile gönlü ertesi gün kırmızı rugan ayakkabılı kadınla karşılaşıp karşılaşmayacağıyla meşguldü. Bir kaç kez yanından geçip gitmesine rağmen henüz başını kaldırıp bu hanım efendinin mah cemâline bakmamıştı. Ama içten içe bunun için bir bahane de aramıyor değildi! Çaycı Ali artık rüyalarında şeyhini görmüyordu. Aksine yatağının etrafında bir kedi uysallığıyla gezen bir çift kırmızı rugan ayakkabı sık sık rüyalarını süslüyordu. Bazen baş ucunda ki kırmızı rugan ayakkabılar yavaş yavaş yerden yükselip tavana kadar çıkıyor sonra bir rüya zerafetiyle patlayıp kıpkırmızı bir gül yağmuru halinde üzerine dökülüyordu. Bazende kapısı hafifçe aralanıyor, yüzünü göremediği bir hanım efendi kırmızı rugan ayakkabılarıyla usulca baş ucuna kadar geliyor, sıcak bir nefesle beraber boynunda kırmızı bir ruj izi bırakıyordu. Bu öpücük bazen o kadar sahiciydi ki yatağından uyanır uyanmaz elini boynuna götürüyor, gidip aynanın karşısında ruj izi olup olmadığını kontrol ediyordu. Bütün bunlara rağmen ilginç bir şekilde derslerini ve dergâhta ki hizmetini aksatmıyordu. Bütün bedeniyle dergâhtaydı. Fakat gönlü kırmızı rugan ayakkabılı kadının hayaliyle doluydu. Son zamanlarda onunla karşılaşma isteği iyice arttı. Bir bahaneyle kendisini görmek istiyor yine de bunu saygı çerçevesinde yapmak istiyordu.
    Bir gün yine dört gözle beklediği saatte evden çıktı. Cadde her zaman ki gibi kalabalıktı. Çaycı Ali önüne bakarak gıdım gıdım ilerliyordu. Bazen kaldırımda ki kalabalığın rahatlaması için kenara çekilip bekliyordu. Bir yandan da gözleri bir çift kırmızı ayakkabıyı arıyordu. Tekrar yavaş yavaş yürümeye başladı fakat karşıdan coşkulu bir kalabalığın geldiğini fark edemedi. Mümkün mertebe yerinde durarak kolaylık sağlamaya çalışsada nahoş bir durumla karşılaşmıştı. Derken bir anda önünde bir çift kırmızı ayakkabı gördü. Görür görmez de ayakkabıların sahibiyle çarpıştı. Aslında çarpan ayakkabıların sahibiydi. Fakat Çaycı Ali oralı değildi. Ona göre özür dilemesi gereken kendisiydi ve özür dilemek için de başını kaldırıp bakması insani bir davranıştı. Fakat daha başını kaldıramadan ‘şırrakkk!’ diye tokadı yedi. “Önüne baksana ahmak”, dedi kırmızı rugan ayakkabılı kadın ve caddenin kalabalığına karışıp gitti. Çaycı Ali olduğu yerde donup kaldı. Başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibiydi. Yanakları kızarmış, gözleri dolmuştu. Başını kaldırıp baktı; şeyhi önünde yürüyordu..

    • q , 05/12/2022

      gelmis geçmiş en duygusal mektuba yapılmış gelmis geçmiş en iyi suikast ilginç olan bu suikasti o dakkada gerçekleştirecek yetenek olmak.

  • Selma , 26/06/2022

    “Tövbe, geçmişi unutmamaktır” cümlesine ev oldum..:(

  • Pörsümüş Beyaz Kulaklık Cakı , 26/06/2022

    an an içimde bir el bombası büyüyor, el bombası büyüyor, büyüyor, büyüyor, titremeye başlıyor, terliyor, kırışmaya başlıyor, patlayacak galiba; eriyecek gibi belki de, infilakı meçhul bir tekamül diyebilirim, infilak güzel bir kelime lakin patlarsa…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir