Ufak bir Anadolu şehrinin, “eski şehir” diye anılan ihtiyar bir mahallesinde yaşıyorduk. Kemerime sıkıştırdığım sapanımdan başka bir oyuncağım yoktu. Onu da bir kez bile kullanmadım. Seviyordum kuşları. Dışarıdaki birçok şeyden daha yakın geliyorlardı bana. Her sabah üşüştükleri penceremin önünde, tazelenmiş bakışlarımı yeni güne çağırıyorlardı.
Annemi hasta tanıdım, bildim. Alacalı damarları, iştahsız nefeslenmeleriyle kaldı hayalimde. Kendini iyi hissettiği anlarda, yatağından beni çağırır, bağrına basardı. Avuçlarıyla yoğurduğu kâküllerimden öper koklar, sonra yanağımı yanağına koyup takatsiz dudaklarıyla mırıldanırdı; ‘Evladıma yokluğumu belli etme Allah’ım, ona eksik bir hayatta, yorulduğunu hissettirme’ diye. Duacım olduğunu çok sonraları anladım.
Sapan taşlarımı hayallerime fırlatacağım bir cuma günü aramızdan ayrıldı. Güvercinlerin omuzlarına yamanıp yükseldiğini, bulutların arasında el değmemiş bir yurt edindiğini düşündüm. Yeni yerinden memnundu ki, bir daha da dönmedi.
Babamı soracaksın. Onun hikâyesi de kısacık olsun; baba şefkati gibi yansın ve sönsün. Beni uzaktan bakışlarla sever, başımı nadiren okşar, ‘kara oğlum’ diyerek gülümserdi hep. Mertti koca adam, delikanlıydı, çoluk çocuğuna sahip çıkardı. Gözü el âlemin nafakasında, rızkında değildi. Önce Allah’ın inayeti sonra da gayretiyle var olmayı bilmişti. Bak işte, orada; sandalyede oturan, siyah paltolu olanı. Bana bakıyor. Yine uzaktan uzaktan seviyor.
Babaannem. Emeği çok, hakkı ödenmez. Onun için güzide bir emanettim. Dünyasının son gününe değin usanmadan baktı bana, büyüttü hayallerimi.
Vakit yaklaşıyor. Sözü kısa tutmayı öğütlemiş ulular.
O günü merak ediyorsun. Anlatması zor ama anlatmalı. Tamam, haydi dinle.
Kar henüz durmuştu, çat ayaz alnımıza vurdu. Isınmak için birbirimize yakın oturuyoruz. Sönmeyen ama aynı zamanda ısıtmayan, küçük bir alev ışıtıyor yüzlerimizi.
Derken bir ıslık,
çeliğin hırıldayan boğazından
ve barut kokusu
ve ağır bir kinin endişe verici çığlığı sonra…
Göğüs tahtama binen endişeden kurtulmayı başararak başımı kaldırdım. Gecenin kanadında beliren ağartı üzerimize geliyordu. “Roket” diye bağırdı Binbaşım; “Roket at Serkan! Serkan’ın bir an evvel bunu yapması gerekiyordu, evet. Onun kim olduğu, o an için mühim değildi. Mühim olan, etrafı demirle sarılmış aracın alnının ortasına en kısa yoldan bir roket yollamasaydı.
Aynı ses; “Serkan roket!”
Neredesin Serkan? Kim olduğunu henüz hatırlayan başımı aşağıya çektim. Bak orada yazıyor, fotoğrafımın hemen altında. O bendim ve bu ismi bana babam koymuştu. Ve devletim babamdan da öte sevmişti ki, adımın önüne bir ad daha eklemekle şereflendirmişti: Astsubay Serkan.
Geç de olsa, önümde parlayan ışıkların göz alıcı rengi zihnimi canlandırmaya yetti. Tayfun Binbaşım başta olduğu halde, bütün tim mevzi alıp ateşe başladık.
Sesler: ‘Koş. Atla. Yat. Hayır, oraya değil tam şuraya. Tank atışı iste. Havancı.’
Öfke: ‘Bunun arkası gelir, bir taneyle kalmaz bu namussuzlar. Kanas, beyaz yeleklilere çalış. Göğüslerine at.’
Beklenen: ‘Serkan.’
Araç az daha yaklaşıp patlarsa hiç birimizin kurtulma şansı kalmayacaktı. Onlarca aile, yüzlerce yavrucak düştü hatırıma. Bize Allah için ölmekten önce, Allah için yaşamak ve yaşatmak öğretilmemiş miydi ilkin? Değerdi, bir tek çocuğun gözyaşlarına engel olmak için bile her şey yapılabilirdi.
Sırtımdaki roketi kaptığım gibi fırladım ve hedefi buldum. Sol yanında unutulmuş açıklığı fark ederek nişan aldım. Manyeto gıcırdadı. Roket, hafif sarı bir koridor açarak gitti ve yerini buldu. Sekti. Patlamadı.
Araçla aramızdaki mesafe oldukça kısalmıştı. Karanlığın içinde bir ikinci rokete ulaşmamın zaman kaybı olacağına inandım. En iyisi aracın şoförünü indirmekti. Önümde bir makinalı gördüm. Olması gereken bu kez, olması gerektiği yerdeydi. Kucakladım onu. Teğmenimin tüfeği olduğunu sonradan anlayacaktım.
Mevziden çıkıp tetiğe yüklendim. Derken, Fuat Uzman Çavuş da yanımda büyüdü. Göz göze geldik. Yüzü parlıyordu. İfademize birer tebessüm ilişti. Mermilerimiz ufka sarı bir perde çekiyordu şimdi. Demir yumağını kıvılcıma boğduk ama hâlâ yaklaşıyordu. Birden yavaşladı. İçindeki, mermilerimizin tadına bakmış olmalıydı. Karın bağrına saplanıp kaldı sonra.
‘Yatın patlatacak.’
Fuat ile tekrar buluştu bakışlarımız. Düzenek çalıştırılmadan araca ulaşabilirsek infilaka mani olabilirdik. ‘Allah’ dedi Fuat. ‘Peygamber Hatırına’ diye sürdürdüm. Koş, koş, koş. Hayatımın en uzun yolu. Ufanmış buzlu karın yüzümü dövdüğü bir sırada olup bitti her şey. Güçlü bir basınç, önce soğuk… Hayatımın en kısa nefesi. Fuat’ın da hikâyesi de benimkinden farklı değil. Tayfun Binbaşımın, İsmail Teğmenimin de…
Devrem bak, başımızdaki çınara güvercinler yamandı; paçalısı, kubbelisi, süt beyazı, çillisi… Çocukluğumdaki gibi şenler. Onları seviyorum, onlar da beni seviyor. Çünkü onlara bir küçük taş bile atmadım ben.
Babam sarsılıyor. Uzaktan seviyor yine, okşuyor ve ilk kez kâküllerimden öpüyor.
Gitmeliyim. Dünyada bıraktıklarımdan fazla, ötelerde bekleyenim var. Dünyalık rütbelerin kıymeti kalmadı artık. Niyetini er kişiye edecek, duanı ayakta yapacaksın.
Bak, kanatlandılar işte. Kardan beyaz olanlarının yüreğine düşürüldük. Götürüyorlar bizi.
Pencereme doluşan kuşlar uzaktan sevmelere taşıyor bizi devrem.
Bunlar onlar, bunlar onlar devrem.
Abdülkerim Kolat
1 Yorum