Yanlış yatma pozisyonlarından kaynaklı huzursuz sabahlarımda, akşamdan kalan abur cuburla güne merhaba dediğim zamanların birinde fark ettim kâğıt toplayan amcayı. Apartmanın önündeki çöp konteynırından aldığı atık kâğıtları taşıdığı büyük çuvala koyuyordu. Aylardan Aralık olması sebebi ile bütün gece soğukla cedelleşen sokak çamur deryasıydı. Kaldı ki yağmur ısrarla yağmaya devam ediyordu. Grinin belki de en itici tonu amcanın kıyafetlerinde hüküm sürüyordu. Eski püskü bir takımın içine giyilen, örgüleri sökülmüş yeşil bir yelek ve bu yeşile uygun bir takkesi vardı. Çoraplarının içine soktuğu pantolon paçaları her ne kadar çamur olmasa da titreyen bedenini acziyetle taşıyan ayaklarına Anadolu’da “kara lastik” olarak tabir edilen ayakkabıları giymesi, bu çaresiz uzuvların feryadını büyük bir küstahlıkla dile getiriyordu. Buz gibi bu manzarada pejmürde bir özne olan bu amcanın çehresini görmem pencereden geriye doğru ani bir sıçrayışla uzaklaşmama sebep oldu. Sayısız kapısı, penceresi olan bu apartmanda eliyle koymuş gibi gözlerimi tek bakışta yakalayan amcanın çehresi çok zaman yazmak için çırpındığım yazıların konusu oldu. Kâğıt yırtıldı, kalem kırıldı, kahve döküldü. Ben o yazıyı hiçbir zaman yazamadım.
Sonraları, düşünerek bulunduğum her ortamdan koptuğum ve tarifini hiçbir kelimeye yakıştıramadığım vicdani sorgulamaların girişiydi bu karşılaşma. Sonuca ulaşmadan yazmaya çalışmak boşunaydı.
Denk geldiğim her an bence “temkinli” amcaya göre bir “saklanma” arzusu ile perdelerin ardından gözledim. Halinden memnun mütebessim yüzüne baktıkça ağır bir hüzün çöküyordu içime. Belki şefkat, belki acıma, belki merak ya da hayranlık… Adını koyamadığım duygularla, amcayı aşağı yolda yakaladığım bir vakit ona yemek götürme kararı almıştım. Yemeği hazır ettiğimde amca gelmedi, amca varken yemek yoktu. Bu karşılaşmamalar beni kararımdan döndürünceye kadar devam etti. Sonunda yemek fikrinden vazgeçip işine daha çok yarayacak olan para konusu geldi aklıma. Fakat bu çehrede bir insana onurunu incitmeden para vermek kolay değildi. Kaybettiğim umursamazlığımı ve rahatlığımı bir şekilde elde etme çabalarıydı belki bu ille de bir şey vereceğim düşüncesi. Elimde sıkıca tuttuğum 50 TL ile amcanın geçtiği yolları arşınladım. Amca para da istemiyordu anlaşılan. Bununda hayırlı bir karar olmadığı kanısıyla vazgeçtim. Sonraları tek tük gördüğüm amca bir süre sonra ortalardan kayboldu. Günler geçti aradan “hasta” kanısından “öldü” sonucuna vardım. Aklıma getirmek istemediğim bu düşünce, çöp konteynırının yanında biriken kartonları üst üste birkaç gün görmem ile beni etkisi altına aldı. Sonraları kâğıt toplayan başka insanlar görmem, beni el açıp ruhuna Fatiha’lar gönderme seviyesine ulaştırdı. Zamansız bir ayrılıştı.
Ne sıcak ne soğuk orta halli bir havada, eve kadar götürmeye ant içtiğim taşa acımadan vurarak ilerlediğim yolun köşe başında aniden karşıma çıkan amcanın mütebessim çehresi taşı ayağımdan azat etti. Haberim olsaydı öncesinde defalarca provasını yapacağım bu sahne, o an, şaşkınlık, heyecan, korku, sevinç gibi ortaya karışık duygularla ifademi dondurdu. Ne olduğunu anlamdan “merhaba amca” deyiverdim. Amca cevap vermedi. O yoluna devam ederken ben arkasından bakakaldım. Üst üste şaşkınlık yaşamamdan ziyade bozulmuştum da. Neden bir şey söylememişti. Hâlbuki selam alınırdı. Sesimi duyacak kadar yakınımdaydı. Hem bu çehrede bir insan selam almalıydı. Artarak devam eden soru kalıpları sonraki günler hiç olmadığı kadar kurcaladı beynimi.
Etkisi yavaş yavaş kaybolan bu olayı zamanla unuttum.
Üzeri küllenen kırgınlığım iştahsızca oturduğum bir akşam yemeğinde arkadaşlarımın “işaret dili” muhabbeti ile yerini buruk bir sevince bıraktı. Arkadaşlardan biri övünürcesine amca ile kurduğu iletişimi anlatıyordu. Yüzümde oluşan gülümseme çok geçmeden yerini kahkahaya bıraktı. Anlamsızca bana çevrilen gözler bir açıklama bekliyordu.
-Özür dilerim, aklıma bir şey geldi de…
Eda Turan
1 Yorum