Tabu

İbrahim Halil Aslan’ın Meçhul dergisinde yayımlanmış öyküsü…

***

Gözlerimi açtığımda yan yana sıralanmış birkaç yüzün arasında, masmavi gökyüzünde yüzümü gölgeleyen beyaz bir bulut kümesi ve bir metro durağı tabelası gördüm. Yine bayılmıştım anlaşılan. Etrafımı çevreleyen insanların telaşının aksine alışmış olduğum bu durumu yok sayıp yerimden doğrulmaya çalıştım. Başımın arka tarafında bir ağrı vardı. Demek ki; bu sefer sırt üstü düşmüş, başımı da yere çarpmıştım. Son hatırladığım okula doğru gittiğimdi. Metallica amblemli sırt çantam yanımda olduğuna göre, evet, okula gidiyormuşum.

“İyi misin?” ,“Kendine geldin mi?”,“Ambulans çağıralım mı?”… Biri bayılsa da soru yağmuruna tutsak diye yüzyıllardır bekleyen insanlar nasıl olmuşsa birden bire başucumda belirmiş, bilmem kaç asırlık emellerini gerçekleştirmenin tadını çıkarıyorlardı. Kısaca “İyiyim, teşekkür ederim” deyip, metro istasyonunun dibinde bir duvarın gölgesine oturdum. Meraklı kalabalık iyi olduğuma kanaat getirdikten sonra yavaştan dağılmaya başladı. Herkes gittikten sonra başımı duvara dayamıştım ki bir iç çekme sesi duydum. Başımı, yasladığım duvardan kaldırmadan tek gözümü açarak bu derin sesin nerden geldiğini anlamaya çalıştım ve elinde sarı birkitap olan o kızı gördüm. Hiçbir şey demeden öylece bana bakıyordu.

-Siz de gitmeyecek misiniz?
-Gerçekten iyi misiniz?
-İyiyim, sürekli oluyor.
-Biliyorum, epilepsi hastasısınız galiba.

Hastalığıma ecnebi dilinde epilepsi adı koyulalı uzun yıllar olmuş. Aniden, hiçbir belirti olmaksızın ziyaretime gelen bayılma nöbetlerinin toplamına deniyor epilepsi. Fakat ben bu adı kabul etmiyorum; tabu diyorum ona. Hasta olan ben olduğuma göre kendi hastalığıma bir ad koyma hakkım da vardır elbet.

-Evet, epilepsi…

Kendi kendime oynadığım bu isim şehir oyununa, sırf bana yardım etti diye tanımadığım birini dâhil etmenin bir anlamı yoktu. Onaylayıp, muhabbeti fazla uzatmadan başımdan savmak istedim; fakat sarı kitaplı kız yerin tozuna aldırmadan yanıma oturdu. Belki de bilinçsiz olarak yaptığı bu hareket içimde bir tsunamiye yol açtı. Dünyanın tozuna aldırış etmemek, toprakla olan münasebetin bir göstergesiydi. Kalbimde artçı bir sarsıntı olmuş, kan boğazımdan yukarıya hücum etmeye başlamıştı. Zaten sürekli al al olan yanaklarım iyice kızarmıştı.

“İsim şehir oynamayı sever misiniz?”diye sordum birden bire. Tanımadığı bir insanla bin yıl yan yana otursa tek kelime edemeyecek olan ben, bu soruyu nasıl sorduğuma kendim de şaşırdım. Zaten o da anlamadı. Cevabını almak istemediğim soruları bilmeceye dönüştürerek sormak, yıllardır yalnızlığımı muhafaza etmek için karınca yuvalarından, papatya tohumlarından ve bataklık diplerinden çekip aldığım kendime özgü bir savunma şekliydi.

Yan yana otururken, aramızdaki bir metre kadar boşluk, sessizliğimizle uzuyor, genleşiyor, bizi zamanın bir ânına hapsederek uzun yolculuklara çıkıyor ve insanlığın ilk gününden beri dünyanın herhangi bir köşesindeki sessizliklerden vâki olan boşlukları heybesine doldurduktan sonra getirip kendine dâhil ederek büyüyor, büyüyordu… Tamamen iyi olmamı beklediği için yanımda oturmayı tercih eden bu adı sanı bence belirsiz olan kız tarafında durum belki de küçük bir iyilikten ibaretken, ben, zaman zaman çarpışan gözlerimizin oluşturduğu tanımsız akıma kendimi kaptırmamak için dalgakıran edasıyla sağlam durmaya çalışıyordum. Ancak muvaffak olmak ne mümkün…

Renklerin yedi türlüsünün bir mumda eritilip buhurdanlıktan süzülerek saydam cam üzerine dökülmesiyle varlık bulmuş elâ gözlerinden çıkıp boynuma dolanan, peşinden kalbime akıp orada ani ve ritimsiz titreyişlere sebep olan, sonra da ruhumun tüm kıvrımlarını neşter ucuyla çize çize geçen bakışlarını alıp, gözlerimin demir parmaklıkları paslanmış, kesme taşları rutubetten kararmış zindanlarına hapsediverdim birkaç dakika içerisinde.

Tüm bunların sayesinde, yıllardır uykusuzlukların beni esir almasına sebep olan varlık sancılarım birden bire dinmiş, yamaları bile dökülmüş eski elbiselerden farksız ruhum yenilenmiş ve sağ kulağına ezan okumaya hiçbir zaman muvaffak olamadığım içimdeki boşluk, yerini patlamak üzere hazır bulunan volkanların iç enerjisine teslim etmişti. Artık gözlerimi kapatmış, sarı kitaplı kızın bakışlarının yaptığı etkiyi bu şekilde hissetmeye bırakmıştım kendimi. Bilincim son derece açık; fakat gözlerim kapalıydı…

Gözlerimi açtığımda yan yana sıralanmış birkaç yüzün arasında, masmavi gökyüzünde yüzümü gölgeleyen beyaz bir bulut kümesi ve bir metro durağı tabelası gördüm. Yine bayılmıştım anlaşılan. Etrafımı çevreleyen insanların telaşının aksine alışmış olduğum bu durumu yok sayıp yerimden doğrulmaya çalıştım. Başımın arka tarafında bir ağrı vardı. Demek ki; bu sefer sırt üstü düşmüş, başımı da yere çarpmıştım. En son ne yaşadığımı hatırlamaya çalıştım. Metallica amblemli sırt çantamın yanı başımda olduğunu gördüm. Evet, okula gidiyordum. Tabu hastasıyım ben.

İbrahim Halil Aslan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir