İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için.
Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır.
(Cemil Meriç)
Siz ne kadar sade olursanız olun hayatın çalışma sistemi artık öyle değil. Hele tevellüdünüz 21. yüzyıla sırt dayamışsa sistem her şeyi bir garnitür iddiasıyla karşınıza çıkaracaktır. Çevrenize, düşünce kanatları üzerinden baktığınızda nasıl bir yüzyılda yaşadığınızı daha iyi idrak edebilirsiniz. İdeaların birbirine dolaştığı, fikri temsil eden bütün semiyotik evrenin bu yumak içinde kendi zeminini kaybettiği bir çağdayız.
Yaşadığımız şehir kimi zaman vicdanlarımızı sınamak ister. Küçük bir sokakta dahi yürümek bundan itibaren ‘estetik tolerans’ istiyor. Kentleşmeyle birlikte tüketimin sınırlarının zorlanıyor olması bir olgudur, yadsınamaz. Yazıya ilham olan şey de; satış ve pazarlama dürtüsüyle reklamcılığın kamu içerisindeki, ‘yapay niyet taliplilerini’ üretiyor olmasıdır. Biz de bu incelememizde satışa değer bulunan şeyin/metanın esasta hayatlarımıza nasıl dâhil edilmeye çalışıldığını anlatmaya alışacağız.
***
İstanbul’u izlemek, yorgun düşen her adımımızda Evliya Çelebi’yi yad etmek gibi… Şehrin keşmekeşliğinde peki ya gözlerimizi kapatmayı unutursak? İşte öyle bir gündü, metro istasyonunda yürürken gözüme ilişen bir tuhaf bir reklam panosuna takıldım kaldım. Bir eşarp markası olan ‘Armine‘ reklamı vardı karşımda. Bu gerçek olabilir miydi? Yoksa zaman içinde bir ışık hüzmesi beni başka boyutlara mı transfer ediyordu? Hayır, hâlâ olduğum yerdeydim, kendimdeydim. Ama karşısında şahit olduğum bu manzara kendinde miydi? Daha doğrusu bu ‘şey’ neydi?
Amerikan menşeli spor otomobil olan ‘Cabriolet’ model bir araba ve içinde oturan ‘tesettürlü’ iki genç kız…
Bu bir başörtüsü reklamıydı…
Üstü ‘açık’ bu lüks arabanın içindeki ‘kapalı’ kızların bu fotoğrafı insana önce ‘fütüristik’ bir çağda olduğu hissini yaşatıyor. Metroya doğru ilerleyen yolcuların hâllerini fark edince de bu zamansızlık hissi yavaş yavaş kayboluyor ve geride sadece emilmiş beynimi toparlamak kalıyor…
Bu genç kızlara gerçekten başörtülü mü demeli ya da Fransızca ‘écharpe’ı tercih ederek ‘eşarplı’ ifadesini mi kullanmalı? Bu reklam panosu karşısında, vücudu ‘setr’ eyleyen tesettürün, kısmîlikten çok öte bütünsel bir hikmeti ve anlamı olmalı diye düşünüyor insan.
Peki bu reklamdan hareketle bir göstergebilim okuması yaparsak nasıl bir tahlile ulaşırız, bakalım:
Kırmızı renkli, üstü açık dediğimiz cabrio stil bir otomobil bize ne anlatmak istiyor olabilir. Zenginleşen Müslüman hayatları mı? Devam edelim, fotoğraftaki araba gerçekten göz alıcı, temiz ve ışıl ışıl bir hâle de getirilmiş. Peki bu bir talep oluşturma yöntemi değil mi? Müslümanlığını yaşayan insanların hayat tarzlarına bir hedef ve gaye ekmekten başka ne ‘faydası’ olabilir bu denklemin? Cümledeki fayda, konunun öznesi olan kapitallere matuftur. Zira faydalar görecelidir.
Burada aslında neyi temaşa ediyoruz; kabuğuna bir türlü sığamayan bir Neo-İslamcılık… Akabinde modern yaşamın sunduğu, bütün özgürlük ve konfor arzından pay almaya çalışan, ‘Bizler de varız!’ diyen ‘ezilmiş halkların’ tüm gerçekliği…
Özenle oluşturulmuş bu kompozisyonda eşarpların ve kıyafetlerin parlaklığı ise ilgiyi çekmenin bir başka yolu. Kırmızı ise renk dilinde en dikkat çeken skala. Kırmızın hemen hemen her toplumda aşkı, tutkuyu ve erotizmi simgelediğini de şerh düşelim. Reklamda Makyavelizm’in bütün imkânlarından yararlanılmış. Yine bu iki genç kızın tokalaşmaya olan hassasiyetlerinden ötürü deri eldiven takmış olabileceklerini söyleyemiyoruz. Burada deri eldivenin verdiği ‘cool’luk ve ‘karizmatik’lik hissi konseptin ruhunu da beslemekte. Reklam salt ‘moda aklıyla’ düşünülmüş ve öyle ki, ana odağın üzerine çelişik bir yığın unsurun boca edilmesiyle kurgulanmış.
Genç kızların çevreleriyle girdikleri münasebeti fotoğrafın çerçevesi itibarıyla göremediğimiz için yüzlerindeki nedensiz mutluluk havada kalmış. Bu da yüzlerde samimiyetsiz bir ifadeye dönüşmüş. Sahiden niye bu kadar mesutlar? Zira bu mutlu portrelerin de bir dış sesi var.
Fotoğraf aslında konuşuyor:
“Bakın, hayat bize güzel!”
“Değmeyin keyfimize!”
“Umurumuzda mı dünya!”
Ve benzeri cümleleri duyabiliyoruz esasında.
Reklamın ardında; “Zengin olacaksanız böyle olun, gösterin. Çekinmeyin sadece gösterin!” diyen bir motivasyonu var. Reklamın psikolojisini anlamaya çalışırsak derinlerde büyük bir kompleksin uyandırıldığını da görürüz. Reklamdaki anlatım öylesine başka dünyalardan aparılmış ki, bu bir aradalıklar absürtlüğe yeni bir prototip kazandırmış.
Kızların yola bakmamaları ise fotoğrafın diğer detaylarından, üstelik direksiyon başındaki reklam kızı yolla olan ilgisini çoktan kesmiş.
Fotoğrafta çevrelerine duyarsız iki genç kız görüyoruz, öyle ki etrafına kayıtsız bu ‘snob’ tavır tesettürün bütün vakarlığına ciddî bir başkaldırı.
Gözlerini asıl odaklanılması gereken ‘yoldan’ çeviren bu kişilerin ‘etrafı’ seyretmeleri ise ‘idealleri’ öteleyip hareketli olanla ilgilenme arzusunu taşıyor. Gözler arabayı götürecek olan yoldan ‘bir başkasına’ temayül etmiş.
Cabriolette’nin içindeki kızları, ‘albenili’ eşarbı ve makyajlarıyla birlikte irdelediğimizde kadının bastırılamayan arzusu olan beğenilme-beğendirme histeriğinin başat rol oynadığını görürüz. Bu da tesettürlü kızların ruh âlemlerindeki içsel dinginliğini çoktan terk edip ‘dışarıda’ bir heyecan aradıklarını imliyor. Dolayısıyla ‘setr’in mânâsı yitirilmiş, dünya ile aralarında dişe dokunur bir mesafe de kalmamış.
Peki bu kırmızı otomobil hızlandığında tesettürleri bir özgürlük meşalesi gibi rüzgârla dalgalanacak mı? Bu kısmın fonksiyonel olmadığını söyleyebiliriz. Arabanın iyiden iyiye hızlanacağı sıradaki takınılacak tavır baştan hesaplanmamış. Zaten yola çıkarken de bir plan yapılmadığı ayan. Her şey Carpe Diem!
Pekâlâ araba, gerçek süratine kavuştuğu vakit bu iki genç kızın rüzgârda savrulan yalnız tesettürleri mi olacak? Yoksa bu ‘hız tutkusu’ geride bırakılan ‘kaideleri’ de toza dumana mı bulayacak?
Bu billboard çalışmasıyla bir reklamdan daha fazlasını önümüze seriyor Armine. Öncelikleri başka başka olan bireyler yer alıyor kadrajda ve kadrajın arkasında. Tuhaf olan da moda denilen kavramın her şey hakkında bu denli söz söyleyebilme cüretini ve işgüzarlığını gösterebilmiş olması.
Geçen zaman içinde toplum; bir yandan ileri bir refah seviyesine erişirken daha önce hiç hazırlanmadığı bir hayat tarzıyla da kendini karşı karşıya buldu. Bir fikri olmadığı bu yabancıl alanda daha önce dudak bükülen statükosundan bir an önce kurtulmaya ve geçmişini makyajlamaya çalıştı. Kapital anlamda varoluşu ise onu en hızlı yoldan imrendiği kitlelerle yıllardır arasında açılmış olan mesafeyi kapamaya tetikledi. Bütün bu süreçler kendi deveranını işletirken de ortaya postmodernizmin yeni halkası olan moda ve yaşam konseptleri çıktı.
Buna 100 yıl öncesinden de örnekler verilmesi mümkün. Türk edebiyatında realizmin ilk örneklerinden sayılan Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ adlı romanını seyrediyoruz belki de karşımızda. Sinematografiye de gerek yok, her şey gayet canlı ve gerçek!
1898 yılında yayınlanmış romanda Tanzimat’la birlikte Batı’ya yüzünü dönen Osmanlı Devleti’nin canlı tanığıdır roman. Halkının içine düştüğü kompleksli ve acemi durumu anlatır eser. Batılılaşmanın nasıl olmayacağına güzel bir örnektir romandaki karakterler. Hayatlarında zevk ve eğlenceyi merkeze koymuş üst tabakaya olan hayranlığın tetkik edildiği romanda düşülen acınası durum da uzun uzun tasvir edilir.
Bir asır evvel kaleme alınan romanda bir temsil vazifesi gören otomobilin, cazibesini günümüzde de koruyor olması düşündürücü.
Otomobil her dönemde ferah ve kaliteli yaşamın alameti olmuş. Otomobile sahip olan insanların dünyada kayda değer bir şeye sahip olduğu inancı da otomobilin icadından bu yana varlığını sürdürüyor.
Otomobil; motorundaki gücüyle, tekerleğinde uzakları yakın eden turuyla dünyada halletmemiz gereken önemli meseleler için bir süper kahraman…
Mütevazı düzenlerinden silkinmeye başlayan, hayat konforu itibarıyla sınıfta kaldığını düşünen, mevcudiyetlerini şatafatlı hayatlara koşul gören kesimin dünyayla olan mesafesini, işte bu lüks ve süratli arabaların kapatacağı aşikâr.
Aslında bu perspektifle alıcısına yaklaşan reklam ve tanıtımlar, evrimleşen toplumun fotoğrafını bir belgesel vizörüyle kayda alırken diğer yandan reklam, kamuya yönelik ‘talebi tayin etme’ görevini de ustalıkla üstlenmektedir.
***
Aklımızla ve hislerimizle diyalog kuran, söyleyecek sözü olan meseleler bizleri ilgilendiriyor.
Bu yüzden umut kadar kaygıyı da taşımamız gerektiğini hatırlatmalıyız belki. Kaygı, içimizde gezinen esrik insanı uyandıracaktır.
Şahit olduğumuz hızın bu çığırtkan sesine sağırmış gibi davranamayız.
Abdullah Karaca
40 Yorum