Şimdi size desem ki bir resim yazacağım -evet, yazacağım- ve siz de buna şahit olacaksınız, ne dersiniz? Aramızdaki ilişkiyi, bir zamanlar TRT’de “Resim Sevinci” adıyla yayınlanan programdaki Bob Ross ile izleyicileri arasındakine benzetebilirsiniz. Tuvalim, şövalem, paletim, fırçalarım, spatulam, tinerim ve tabii ki boyalarım; hepsi hazır. Nasıl ki Nazım Hikmet’in, “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?” sorusuna Abidin Dino, “Mutluluğun Şiiri” ile yanıt vermiş; biz de, “Gösterdikleri midir insanı insan yapan yoksa gizledikleri mi?” sorusuna, “Susan Adam Tablosu” öyküsüyle karşılık verelim.
Evet, bir yanda gösterilenler, diğer yanda gizlenenler… Ve kimlik inşâsında hangisinin payının daha çok olduğu meselesi! Bunun için önce tuvale, resim öncesi bir tabaka atmak için bezi hazırladım. Kullanacağımız boyalar zaten paletimizde hazır. Hafiften savrukluk hissedebilirsiniz fırça darbelerimde, kusuruma bakmayın, tiner işte; uçucu ve uçurucu. Evet, başladık bile, şöyle bir papirüs sarısı hayal meyal bir zemin. Suskunluğun, eskiliğin ve etkinin rengi. Şimdi bana, yanların neden beyaz kaldığını soracaksınız. Hem de düzensiz gibi görünen ama aslında kendi içinde bir düzeni olan tatmin edici, bulutsu geçişlerle… Çünkü boşluk da tasarıma dâhildir de ondan. Tablomuzun kahramanı olan adam, doyurulmamış birçok şeyi temsil edecek. Doldurulmamış çoğu boşluğu bakışlarında büyütecek. O yüzden bunun bir yansıması olarak sizler bu adamı ve atmosferini, hayal dünyamda demledikten sonra süzerek size ikram ettiğimi ancak bu düşsel dokular ve dokunuşlarla algılayacaksınız. Kaygılanmayın, her şeyi bilinçaltınız çözecek zaten. Sizin sadece bakmanız yeterli. Unutmayın, görünen mi ötesi mi? Görüneni eğitimli gözlerle, ötesini ise sezgiyle…
Hep bir hikâyenin, anının, deneyimin izleri olacak bu resimde. Öyle ki dikkatlice bakanlar, ayrıntılardaki bu dışavurumu gördükçe ve fark ettikçe daha da takılı kalacaklar tabloda. Şimdiden sergide nasıl duracağını hayal etmekten kendimi alamıyorum. Her sanat eseri, onu takdir edenin beğenisiyle değerlenmez mi? Evet, altın, çamura bulanmakla altınlığından herhangi bir şey kaybetmez fakat çamura gömülü bir altın neye yarar? Okyanusların ışık girmeyen derinliklerinde uzaylılar gibi kıpraşıp duran tuhaf, hayranlık uyandırıcı yaratıklar, uzun seyahatlere zemin hazırlayan ve görsel teknolojilerin imkânlarından önce ne diye varlardı ki? -işte tam da burada, insanın kendini her şeyin merkezine koyma hastalığına tanık oluyorsunuz- Tek başına var olmak fiili ve olma durumu ancak Tanrı için bir şeydir… Ki O da bilinmek istememiş midir?
Kusura bakmayın, dediğim gibi, bu savrulmalar hep şu işgüzar tinerden! Resme dönelim. Gördüğünüz üzere, tablonun zor kısmı neredeyse bitti. Yaptığımızı, bir enstürmanı çalmadan önce akort etme olarak düşünebilirsiniz. Bu bir iç mekân tasviri. O yüzden ışık ve gölge oldukça önemli. Şimdi karşımıza, çözmemiz gereken bir sorun çıkıyor. İçeri, odanın sağ tarafından, küçük bir pencere olduğunu sandığımız bir yerden, güneşten gelen bir huzme hayal ediyorum. Fakat suskunluk, pardon, adam, orada bu ışından önce de mi vardı yoksa güneş, odaya kılıcını adam oradayken mi sapladı? Sanki Susan Adam’a yakışan, orada öylece durması ve huzmenin, o oradayken içeri sokulması… O zaman bunu yapmayı erteliyorum.
Öncelikle karede göreceklerimizin listesini zihninizde canlandırmanızı isteyeceğim. Arkada bir duvar olacak, üstte küçük bir tablo, masanın sağında da yönünü bize dönmüş bir adam… Gözlerimizin içine içine konuşan… Şey, yani bakan… Burası loş bir oda. Dışarıdan süzülen ışık, burayı aydınlatmaya yetmiyor. Cılız, zayıf, iktidarsız, sıkılgan, içedönük, utangaç bir ışık bu. O kudretli güneş, evlatlarından en işe yaramazını burası için görevlendirmiş. Böyle düşünüyorum. Ama neydi o ulu söz, “Bir eve penceresi kadar düşer ayın ışığı!” Nereden aklıma geldiyse…
Neyse, bu ev, bir zamanlar kalabalık ve anılarda kaldığı üzere çoğunlukla mutlu bir aileyi ağırlıyordu. Zaten öyle değil midir, geçmişe dair bütünlüklü bir hatırlama, eskinin hep daha mutlu olduğu yanılsamasını getirir. Hâlbuki ev, evlilikler gördüğü kadar boşanmalar da gördü. Kahkahalarla çınladığı kadar gözyaşlarıyla da ıslandı. Ama işte adamımıza sorsak o… Evet, o cevap vermezdi çünkü o, Susan Adam. Ama eve sorsak ev, çok daha yansız bir şekilde hikâyesini anlatır bize.
Mademki her bir çiziğin bile bir öyküsü, amacı ve geçmişi var, o halde her bir ayrıntıya saygıyla yaklaşacağız. Şu an fırçamın ucunda yavaşça görünürlüğe kavuşan bu oda, iki katlı ahşap bir evin bodrumu. Muhtemelen kot hizasında olduğu için penceresi küçük. Zamanında kesin ardiye olarak kullanılmıştır. Hatta belki yağmurlu havalarda çimlerde gezintiye çıkan salyangozlardan birkaçı bu pencereye tutunuyorlardır bile. Onca odadansa neden buranın Susan Adam’ın en çok vakit geçirdiği yer olduğunu düşündüğünüzde, lütfen adamın adının Konuşan değil, Susan olduğunu hatırlayın. Konuşan Adam sanki üst katlara daha çok yakışır, değil mi? Hani bir zamanlar, evden bedenleri eksilmeden önce sahiplerinin ismiyle veya aile kurumundaki pozisyonlarıyla anılan odaları kastediyorum. Ölümler, ayrılıklar…
İşte, arka planımız olan duvar, düş diyarından varlık âlemine kondu bile. Boyaları kavlamış, bu sebeple de sağdan gelen ışığın himmetiyle tuhaf şekillere sebep olan çukurlar, tepecikler hatta dağlar, ovalar, obruklar kusmuş. Tam şurada bahsettiğim tablo var. Bir muziplik yapıp bu küçük tablonun içerisine, benden bir imza olarak ressamın… yani benim… yani yazarın, bu tabloyu resmedişini, aslında bu hikâyeyi yazışını yerleştirmek istiyorum. İşte böyle… Tabii ki ilk bakışta anlaşılmayacak şekilde olmalı bu. Hatta sanat tarihçilerinin, özel merceklerle bakmaları gerekecek. Ya da edebiyat eleştirmenlerinin… Okurların da olabilir. Her hâlükârda, sonuç heyecan verici, değil mi?
Şimdi sıra, ana hatlarıyla ahşap masayı ve bir dirseği masada olacak adamı resmetmeye geldi. Her ne kadar her şey sanki kendi için varmış gibi görünse de bu tablonun adı malum. İlla ki bir ana karakter, başrol veya her ne kadar matematiksel olarak odak noktasında olmasa da sezgisel merkezimizde adam olmalı.
Gayet güzel! Masa, üzerindeki damarlar, o tırtıklı yapı… Muhtemelen bu masa yapılırken işe karışmak isteyen ev sakinlerinden bir çocuk, mıhlardan birini çakarken minik parmaklarından birine yanlışlıkla keseri indirmiş ve feryadı basmıştır. İşte böyle anıları kastediyorum. Veya duvar boyanırken, şu gördüğünüz andan yıllar öncesi, yani adam henüz susmamışken, Konuşan Adam’ken yani, koşturmaların ve telaşın arasında boya kutusu devrilmiştir de bu, köşede mayışmaya çalışan evin kedisini yerinden hoplattığı gibi kediye basmamak için hamle yapan birinin dengesini kaybetmesine ve el merdivenini, büyük bir gürültüyle düşürmesine neden olmuştur. Ki bu da hane halkını, böyle durumları, birbirine patlamaya fırsat bilen aile üyelerinde olduğu gibi bir öfke taşmasına sevk etmesi şöyle dursun, yıllar yılı kahkahalarla her bayram buluşmasında anlatılıp duran bir anıya evrilmiştir. Anlatmaya çalıştığım şey tam da bu işte. Bu öyle bir resim olmalı ki adamımızın ağzından başka her şey konuşmalı. Mesela masa, “Evin babası, son yemeğini doya doya bende yemişti,” demeli. Veya duvarın solunda, üstte duran çivi, “Bir zamanlar estetik, çanlı, ahşap bir saati taşıyordum da parasızlıktan sattılar, ben de kalakaldım böyle,” deyip üşümeli. Duvar da bu çıplak çiviyi haklı çıkarırcasına hemen saatin cüssesince solmalı, orasını belli belirsiz çerçevelemeli ve, “Evet, her ne kadar bu anadan üryan haliyle onu ciddiye almak zor olsa da çivi haklı,” diyerek haykırmalı. Tablonun üstünde bir kısmı görünen tavanın ahşap kolonu, “Ne garip! Bir zaman, kurulan salıncakta çocukların gülüşlerini ve neşesini taşıdım,” dedikten sonra susmalı ve sonraki cümle için gücünü toplamaya çalıştıktan sonra fısıldamalı: “Gün geldi, birinin son nefesini de…”
Bir masa ne için vardır? Üzerine bir şeyler konulsun diye. Ve bu şeyler, susan bir adama yakışırcasına sanki biraz da dağınık olmalı. Hatta birbirinden alakasız şeylerle… Mesela masanın sağında bir kül tablası nasıl olur? Sanki sade onun için oyulmuş boşluğa yerleştirilen, izmaritten ibaret kalmasına ramak kalmış bir sigara… Hem dumanının alacağı şekillerle resme bir canlılık da kazandırır böyle bir ayrıntı. Özellikle de sağ üstten geleceğini planladığımız ışına yaklaştıkça yoğunlaşan, o ışığın belirginleştireceği toz zerrecikleriyle daha bir görünürlük kazanacak bir duman… Hava akımlarının etkisiyle dağılan hırçın bir grilik değil bu, havasızlığı ve durgunluğu betimleyecek, eşyanın tabiatını öne çıkaran bir tembellikle yükselecek uyuşuk, ağır, bacakları romatizmalı, yaşlı bir duman. Yükseliyor ve tavandaki kütüğe sırnaşıyor. Yılışık, temas bağımlısı bir sarmaşık gibi. Belki de o ahşap kolonun acısına ortak olup onu teselli etmek için…
Kül tablasının yanında yer alacak bir kol saati de bir şeyler anlatabilir. Ne gibi? Mesela yönünü, tabloya bakanlara dönmüş, kordonu gayet doğal bir yamuklukta duran bir kol saati… İşte bu şekilde. Tıpkı duvardaki tabloya yaptığım gibi buna da biraz özeniyorum çünkü alanım çok dar. Bu tür yerler için en ince uçlu fırçamı kullanıyorum. Bakın, gerçekten de öylesine bırakılmış gibi diğer her şeyle uyumlu durmuyor mu? Şimdi bu objeye, sadece benim anlayacağım bir ayrıntı eklemek istiyorum. Saati tam üçte bıraktım. Bu saati, gece üçte durması için yapıyorum. Pili bitmiş. Güneş ışınının vuruş açısından anlamayan birçokları, saati gündüz üç sanabilirler ama değil.
Ayrıntılarda çok oyalandığımın farkındayım ama bu çerçeve ile işim bittiğinde buna değdiğini göreceksiniz. Evet, şurada, adama yakın, öne doğru bir ustura var. Hani, şu jileti değiştirilebilenlerden… Sırf neden, ne alaka, diye sormayın diye bir de tırnak makası koydum. Biraz sola doğru. Hadi bakalım. Dedim ama; bu adam, biraz dağınık ve belli ki pasaklı da. Hâlbuki masanın diğer tarafında, yani solunda kırmızı bir elma duruyor. Bakın, gölge nasıl da sola doğru kavisli bir şekilde çoğalıyor. Hatta gölge kısmından baş çıkaran minicik bir meyve kurdu yapmak istiyorum. Bu eşyalarla dolu odada bir canlılık belirtisi olmasın mı? Tamam, haklısınız, adamı da resmedeceğim ama adam bu tabloda canlı bir insandan çok, bir eşya gibi durmalı. Çünkü susuyor. Hatta bazı eşyalar ondan daha canlı görünmeli. Bakın, masanın sol ayağındaki şu çizgi bence çok daha diri gözükecek.
Biraz hızlanmak istiyorum. Resmi tamamlayacak en önemli unsurlara henüz giriş yapmadım bile. Masanın sol tarafında bir şişe su resmediyorum. Saydamlığı ve ışığın camdaki davranışı etkileyici olmalı. Bardak yok. Buradan da anlıyoruz ki suyu şişeden içiyor. Kafasına dikerek. Hayır, sizi bu adamdan soğutmaya çalışmıyorum. Sonuçta insan neler neler yapar yalnızken. Adamımız da bardak kullanmıyor işte. Ve bir kutu süt. Bir parça esmer ekmek. Hatta yanında birkaç kırıntı. Fakat ne hikmetse şimdi bir şeyi fark etmenizi istiyorum. Bunu nasıl da atlamışız diyeceksiniz görünce. İnanın ben bile ne zaman yaptığımı unuttum, fırçamın işi olsa gerek. Yaklaşın yaklaşın. Duvardaki tablonun üst çerçevesinde sırt üstü uzanmış yatan, bacakları havada bir hamam böceği. Gördünüz mü? Ölüvermiş. Zaten bu türden hayvanlardır bunlar. Gizlilikle yaşayıp göz önünde ölürler. Sanki bizlere vicdan azabı çektirmek için. Tıpkı mutluluklarını saklayıp da dertlerini teşhir eden insanlar gibi. Akla daha yatkını şöyledir herhalde: hayat gayelerini oluşturan “yaşamak” işini borçlu oldukları gizlenmeyi, can çekişme aşamasında ihmal ettiklerindendir böyle ölmeleri, kim bilir. İşte buyrun, kolonda sırtı zemine dönük bir sinek. Hem de karasinek. Bunlar ise bambaşka hayvanlardır. Kapalı alanlarda hiç beklenmedik bir şekilde yüce yaratıcının “ol” emriyle öyle bir oluverirler ki şaşar kalırsınız.
Şimdi geldik adamımıza. Normal bir doğumla bundan otuz dokuz yıl evvel dünyaya gelirken ilk olarak başıyla varlık âlemine giriş yaptığından adamın, vücut ölçülerini hesaba katarak başını resmetmekle başlıyorum. Evet, hafif dolgun bir surat. Traşlı bir yüz. Saçlar taralı gibi ama pek belirgin değil. Kulaklar, çene, alın, burun, boyun… Allah’ım, o kadar sıradan ve herkes gibi ki bu adamı çizerken bile sıkılıyorum. Şu vernikleri kalkmış tavan kütüğü bile daha ilginç. Omuzları, duruşu, bacakları… Üzerine geçireceğim çizgili pijamanın tüm kıvrımları bile adamdan daha eğlenceli olmalı. İşte böyle. Adamın bacak arasına doğru koyulaşan gölge, pijamanın boyun kısmından hafifçe görünen birkaçı beyaz göğüs kılları, hiçbir detay yanıtsız kalmamalı. Ayak bileklerini göremiyoruz ama muhtemelen çorapsız. Kollarından biri aşağıda, eli dizinde. Bacakları ne bitişik ne ayrık. Yani ne sünepe ne küstah. Duruşu da öyle. Dimdik diyemeyiz. Kambur da değil. İşte bu, hep arada kalmışlıklarla bezeli bir ömrün tasviri. Kararsız ve mütereddit. Bu kelimeyi seviyorum. Diğer kolu masada. Eli öne doğru duruyor. Dizindeki elinin bileğindeki saat izini görebiliyoruz. Demek şu son âna kadar saati takıyordu. Acaba durduğunu fark edince mi çıkardı? Bilemiyoruz. Aslında ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz. E sizden bir farkım olmalı, değil mi? Ya da henüz bilmiyorsunuz, diyelim. Ve işte bir detay daha. Sol yüzük parmağında bir iz. Hâlbuki masada yüzük yok. Demek taze bir olay değil. Umalım da kabuk bağlamış bir yarası olsun. Ama belli de olmaz hani. Susanlar, geçmişte takılı kalma eğilimindedirler ya, bizimki de böyle olabilir, diye düşünüyorum.
Dikkat ederseniz en önemli yer olan yüz ifadesine pek değinmedim. Çünkü bu, biraz da ışıkla şekillenecek. Eksik olan gizemi resme, işte bu huzme getirecek. Biz, bu ışından dolayı gözlerini net bir şekilde göremeyeceğiz. Ancak nereye baktığı anlaşılacak, o kadar. Direkt bize. Aslında bana. Hâlinde tekinsiz bir tavır olsun istiyorum çünkü. Böylesi dokunuşlar, çaba sarf etmek istemeyen ama sanattan da anladığı izlenimi vermek isteyen sabırsızları biraz daha çerçeve içinde tutma hamlesidir. İşte böyle. Bakın, ışık nasıl da odayı hafif çaprazlama bir şekilde bölüyor. Ardında gözlerini görüyoruz. Adamla aramızda ışık var. O, karanlık tarafta. Bizse bu tarafta. Gerçek ile kurgu ayrımı. Doğa ile sanat farkı. Tam da böyle. Ve… Fark ettiniz mi, adam gülümsüyor. Gülmüyor, gülümsüyor. Sanki bir şeylerin farkında. Belki sustuğunun değil ama bizim ona baktığımızın farkında. Allah bilir poz bile veriyordur şu an. Yani trafikteki bir tartışmada neden sustuğunu anlamamış olabilir. Patronunun onu çocuk gibi azarlamasını sineye çekip ağzına gelenleri zaptederken bunu niye yaptığı üzerinde kafa yormamış olabilir. Unuttuğu bir şarkı tam dilinin ucuna gelecekken vazgeçip işe daldıktan sonra niçin bulmaya çalışıp da terennüm etmediği hakkında hiçbir fikri olmayabilir. Boşanma davasında artık eski eşinin ondan koparabildiği kadar para koparmasına sessiz kalarak ne diye haklı olduğu halde ağzındaki baklaları çiğneyip yuttuğunu da düşünmemiştir ama gelin görün ki bizim şu an burada dikkat kesilip onunla ilgili bir şeyler vücuda getirdiğimizin bal gibi de farkında.
Evet, tablomuz neredeyse sonlanmak üzere. En vurucu kısmı, en sona sakladım, diyebilirim. Ne mi yapıyorum? Tabii ki resme bir bölünmüşlük katmak, varoluşsal bir kimlik kazandırmak için ufak bir dokunuş. Bu çatlak, yukarıdan başlayarak duvarı, duvardaki resmin altından ilerleyerek tüm odayı ortadan ikiye bölecek. Hatta sanki bu çatlağın devamıymış gibi masada da aynısından var. Süt, elma ve su bir tarafta; küllük, tırnak makası ve ustura diğer tarafta. Yani oda çatlakla hem sağlı sollu hem de ışıkla altlı üstlü bölünmüş durumda. Hem de dikiş tutmamacasına. Üstte benim minik tablom, bu resmin bir hayal ürünü olduğuna dair… Altta ise masadakiler ve adamın vücudu; asıl kurguda olanın ben ve benim dünyam olduğunu bağırırcasına. Solda yaşam, besin, hayat; sağda ise tedirginlik, anlam arayışı ve anlama çabası… belki de bir yol, bir kapı… cesaret edip de gidilecek bir rota…
İşte tam da burada, adamın pijamasının göğüs kısmına sıçramış birkaç yemek lekesi yapmayı da akıl ettikten sonra, masadaki el üzerinde biraz daha çalışmak istiyorum. Sanki öyle bir durmuş ki tam da bir şeye uzanacakken benim onu resmettiğimi fark etmiş de kalmış gibi. Ve bana ürpertici bir biçimde gülümsüyor. Bu görünümü vermek için parmaklarından birkaçını yukarı kaldırıyorum. Birkaç saniyelik gecikmeyle çekseydim zihnimdeki bu fotoğrafı, belki de bu sırrı çözebilirdim ama ne fayda. Acaba ne yapacaktı? Neye uzanacak, neyi alacaktı? Görünürde ustura var parmak hizasında. İyi ama adam zaten kusursuz bir biçimde traşlı. Öyle bir halde ki güzel bir takım elbise giydikten sonra bu ortamdan kurtulup da dışarı çıksa, inanın konuşan bir bireye duyulacak bir saygıyı bile hak edebilir. Öylece durmuş, bana bakıyor. Gözlerimden ta ruhuma susuyor. Hem de gülümseyerek. Bir iş üzerinde yakalanmış bir çocuk gibi. Gizliden yaramazlık peşinde olan koca bir adam. Susan Adam. Bilmiyorum, belki de ustura benim içindir. Onu bu derece her şeyiyle teşhir ettiğim için bana sinirlenmiş de sakalımı traş etmek üzere tam da üstüme atılacakken öylece yakalanmış olabilir. Belki de neyin ne olduğunun ve olacağının cevabı, ne adamın cinli gülümsemesinde ne de öylece duran sineğin kanadında; tam da duvardaki tablodadır. Bakın, yaklaşın, görmeye çalışın. Sonuçta resimdeki bu gülümseme, büyük ihtimalle bir şeyleri gizliyordur. Sizi görünene hapsederek ardında ve ötesinde acaba neler semirtiyor. Yoksa şu huzme içerisinde uçuşan toz zerrelerini birleştirdiğimizde bir şeyler mi yazıyor?
…
Üzgünüm, sonlara doğru tiner iyiden iyiye etkisini göstermiş olacak ki zamandan kopmuşum. Programımız burada sona ermek zorunda. Renklerin dünyasından sevgilerle… Yeni bir çalışmada yeniden görüşmek üzere…
Cüneyt Dal