Ferda Hanım Mersiyesi

Ferdi Bey

Efkârlı bir Eylül sabahı… Kalan ömrümü, geçen ömrümden daha iyi bir hale getirmek için atmam gereken fakat bir türlü cesaretimi toplayıp atamadığım adımların sızısı ayaklarımda. Ferda Hanım’ın gülen yüzü buzdolabımın kapağında… Bir mıknatısın bile benden daha çok yaklaşabildiği gözleri, daima aklımda. İsmiyle müsemma varlığı, hep yarınımda.

Geçen yıllara bakıyorum da ne çok pişmanlıkla tanıştım Ferda Hanım. Çekmecemden taşan mektupların kenarlarını sarartan pişmanlıklar, mezar taşıyla sohbetin alıştırdığı ölüm beklentisiyle Azrail’e gücenik…

Mektuplarımın henüz sararmadığı, naftalin kokusuna bulanmadığı o yıllarda, hatırlamazsınız, sizle içimden konuşurdum. Neler söylemezdim, size varmayacağını bilerek.

Bir gün, kendimden iyice bezdiğim, tahammülümün delice azaldığı bir gün, “Sevdiğinizi söylemenin daha farklı yolları var Ferda Hanım.” demiştim mektubumda. “Bu can çeken haliniz beni bir hayli üzüyor. Söyleyemediğiniz fakat izhar etmek istediğiniz hakikati, adeta sızdırmak suretiyle bir nehre dönüştürmeye çalışıyorsunuz. Ben bu sızıntıdan nehir olacağını bilmedikçe kayıkla başınızda beklediğimi gösteremem ki. Ne yapmalıyım, anlatmak istediğinizi daha siz söylemeden anladığımı, anlamanızı mı sağlamalıyım? Ama bunu yapamam, ya yanlış anlıyorsam? Ya kendi kendime gelin güvey oluyorsam? Ya bana, ne münasebet Ferdi Bey, diyerek çıkışırsanız ve sonra tüm ihtimalleri tüketmiş olursam?

Anlıyorum Ferda Hanım. Biliyorum hatta beni seviyorsunuz. Ben de sevdanızla meşgulüm. Ama elimden ne gelir? Anladığım, bildiğim onca şeyden hüsrana uğradım ki. Şüphe kırıntıları, tek bir adım atmama müsaade etmiyor. Çekip çıkaramıyorum cesareti böğrümden bir hançer gibi. Çıkıp karşınıza diyemiyorum. Evet, bu hikâyede cesur olması gereken benim. Yürü, diyorum, konuş diyorum kendi kendime. Ama karşınıza geçince kurumuş bir çeşmeye dönüyorum; kalbimde nehirler taşarken, tek bir damla dökülmüyor dilimden.

Özür dilerim Ferda Hanım, ben biraz korkak, biraz silik, biraz yitik büyüdüm. Sahipliğin tadını almadım hiç, hep emanetçiydim, hâlâ öyleyim. Şairin “ölümlüyü sevmek ne korkulu iş” dediği korkuyu ben iliklerime kadar yaşarım. Nerede ambulans sesi duysam, zannederim ki bir sevdiğimin canı yanmıştır.  Her kimlik kontrolünde kendimi firari sanırım. Yüreğim hop oturup hop kalkar. Hâlbuki kimsenin bahçesinden erik aşırmışlığım dahi yoktur. Ne zaman ağır gelse geminin yükü, oracıkta kendimi imha ederim; yeter ki fazlalık olmayayım. Zaten, ne eksilse benden eksilir Ferda Hanım.”

Oysa ta çocukken söz vermiştim kendime, böyle olmayacaktım. Öğretmenimin elimden tuttuğu o gün söz vermiştim. Mektuplarımda uzunca yazdığım ama sizin hiç öğrenemediğiniz o masum Ferdi’ye söz vermiştim.

Kendinden bahsetmeyi sevmeyen biri olmama rağmen size kendimi, bilhassa mazideki Ferdi’yi anlatmak beni mesrur ediyor Ferda Hanım. Sizi kaybettikten sonra geleceğe dair hakkımda bilmeniz gereken bir şey kalmayışından mı? Geçmişimi önünüze sermekle, hayattayken kokusunu alamadığım merhametinizi, başucunuzdaki çiçeklerden damıtmayı düşündüğümden mi? Bilmiyorum Ferda Hanım. Hakkımdaki malumatınız çoğaldıkça daha güzel hitap ediyormuşum gibi geliyor. Belki de tarafınızca bilinmek hoşuma gidiyor. O yüzden her mektupta çocukluğumu getirip ağlatıyorum önünüzde. Gözlerinizden behremi alamadığım şefkatinizi, ılık bir rüzgâr gibi başucunuzdaki çiçekleri okşarken görüyorum. O yüzden her mektupta yaslıyorum başımı dizlerinize.

Bahsedeceğim hadise, devletleri savaşa sürükleyecek yahut ceza mahkemelerinde yargılama gerektiren boyutta değildi elbet. Lakin benim suç nedir bilmeyen çocuk havsalamda kurulan mahkemeden nasibini alarak zalimin mazluma açtığı o ilk savaştan beri, zalimlerin kaybetmeyeceği kabulü ile umutsuzluğa düşmek üzere olan cümle mazlumlara, önce kendime, bir umut filizi olacak ve yıllar sonra size anlatılmaya değer nadide bir yadigâr olarak karşıma çıkacaktı Ferda Hanım.

Güçlü görünmeye çalışan zayıf bir çocuktum. Dedim ya korkaktım Ferda Hanım. Güçten kasıtsa bir çocuk için yalnızca birilerini dövebilme kabiliyetiydi o zamanlar, bilirsiniz. Bileği kuvvetli olan güçlüydü. Ancak nasıl olduğunu hâlâ anlayamasam da beni hakikatte güçlü zanneden ve bundan sebep keyfimi kaçırmaya pek cesaret edemeyen arkadaş müsveddeleri vardı.

Fakat her gizliyi gören bir göz vardır Ferda Hanım. Muhtemel ki korkaklığımı sezen bir çocuk, merdivenlerden yukarı çıktığım sırada hiçbir sebep yokken yüzüme tükürdü birden. O an bu haksızlığa elimle müdahale edip ben de tükürerek mukabele edebilirdim fakat yapamadım. Çocuğa dönerek “Ben sana ne yaptım ki?” bile diyemedim. Büyüdüğümde gözlerinizin yüzüme değeceğini bilsem hiç susar mıydım Ferda Hanım?.. Elde yok, dilde yok lâkin kalp ile buğz kısmına gelince… Bu hadise canımı o kadar sıkmıştı ki hak etmediğim bu hareketin karşılıksız kalmasını istemiyordum. Lâkin silik ve yitik bir çocuk olmanın bazı neticeleri vardır. Ağlayarak öğretmenime gidip nazlanamazdım, bu kıymette olmadığımı düşünürdüm. Benim için kavga edecek arkadaşım da yoktu. Hiçbir şey olmamış gibi derse girdim. Öğretmenime hiçbir şey söylemedim fakat suratımı öyle bir asmıştım ki, öyle üzgün duruyordum ki kalbimle buğz ettiğimi ancak bu kadar belli edebilirdim sanırım. Ferda Hanım, istiyordum ki ben hiç kelam etmeden öğretmenim her şeyi anlasın. İstiyordum ki kızgın fakat umutlu gözlerimle ona baktığımda beklediğim umudu öğretmenimin gözlerinde görebileyim. Benim sıramın önüne geldiğinde iyice somurtuyor, canımın bir şeye hayli sıkıldığını belli etmeye çalışıyordum. Öğretmenimin ağzından halimi sormak için çıkacak herhangi bir soru cümlesini öyle bir bekliyordum ki, belki de Necip Fazıl’ın iddiasında olduğu gibi hastanın sabahı beklediğinden daha çok…

Neyse ki o an geldi, öğretmenim masamın önünde durdu. “Ne oldu evladım?” dedi. Biliyor musunuz Ferda Hanım ben sırf bu soruyu duymak için o dersi dinlememiştim. Fakat gücenik gururum hemen pes edemezdi. “Bir şey yok öğretmenim.” dedim. Öğretmenim o an “Peki” deyip derse devam etse hüngür hüngür ağlardım Ferda Hanım. Neyse ki ısrar etti öğretmenim. “Ne oldu yavrum söyle.” “Öğretmenim…” dedim çaresine kavuşmuş bîçare gibi… “1-A’daki falanca…” Dersi böldü benim için öğretmenim. Tuttu elimden doğru 1-A’ya. İnanır mısınız Ferda Hanım, bir orduyla yürüyormuş gibi hissettim öğretmenimle yan yana yürürken. Öyle ya, görmezden gelmemişti, büyüyünce unutursun deyip geçiştirmemişti.  Büyüyünce de unutulmuyor her şey zira. Velhasıl kelam, büyüdüm ve unutmadım Ferda Hanım.

İşte bu hadisenin de tesiriyle, daima anlatılmadan anlayan olmaya çabaladım. Çünkü anlaşılmanın nasıl hissettirdiğini parmak uçlarıma kadar yaşamıştım. Ve anladım da. Fakat ben öğretmen değildim Ferda Hanım, anladıktan sonra ne yapacağımı bilemedim.

Karşınıza geçip “Duydum ki balığınıza Ferdinand ismini vermişsiniz, anlıyorum siz de beni seviyorsunuz.” diyemedim.

Ne olurdu siz daha cesur olsaydınız Ferda Hanım? Saklı şiirler yazmak yerine, Ferdi, deseydiniz. Konuşmak istediğim bir şey var, deseydiniz. Sonra “ağzınızın bir kıvrımından cesaret bularak” tüm korkularımı serseydim önünüze. Ferdalara salınmak Şair Bâkî’ye mahsus kalsaydı…

Şimdi yine mahzun Eylül geldi çattı. Mezar taşınızla tanışalı 3 yıl olmuş. Ona sizi anlatıyorum; başucunuzda ama sizi tanımıyor zira. Zaten Ferda Hanım, sizi tanısa, taş olur muydu hiç?

Ferda Hanım

Ah Ferdi Beyciğim, bu halinizle her geçen gün öldürüyorsunuz beni. Mezar taşım diye ziyaret ettiğiniz o kolon, Molla Cezerî’nin şiirlerini okuduğunda parçalanan taşa dönecek, az kaldı. Rüyada gibiyim demiştiniz evlendiğimiz gün… Hâlbuki ağzından çıkana dikkat etmeli insan, kâbus da rüya neticede. Sakın yanlış anlamayın, suçlamıyorum sizi. Bir kâbusu hakikat sanacağınızı, sonra da bir ömür o kâbusu yaşayacağınızı nereden bilecektiniz?

“Ölüyordun Ferda!” diye bağırdığınız günü hatırlasanız keşke Ferdi Beyciğim. Bir Eylül sabahına kâbusla uyandığınızı; balkondan düşerek öldüğüm, yaşmağımın balkonumuzdaki kolonda, zincirli saksımızı astığımız çivide takılı kaldığı o sahnenin bir kâbus olduğunu hatırlasanız keşke…

“Ölüyordun Ferda!” diye haykırarak uyanmıştınız oysa o sabah. Gözlerime son kez derinden bakmıştınız. Korkma, buradayım demiştim. Alnınız terlemişti, yaşmağımla silmiştim. Ondan sonra oldu her şey ya da öldü mü demeliyim?

İnanmadınız ölmediğime Ferdi Beyciğim, inanmıyorsunuz. Korku, idrakinizi bir ruh gibi çekiverdi zihninizden. Elinizden tutup 1-A’ya gider gibi balkona gittiysek de, kolonu gösterip “Bak, yaşmağım elimde, saksı kolonda.” dediysem de… Aklınız gitmişti bir kere, dehşete düşmüştünüz. Gitmediğimiz doktor kalmadı, fakat siz hâlâ mezarımın üstüne diker gibi kolondaki saksıya çiçek dikiyorsunuz. Adeta bir çiçek bahçesine çevirdiniz balkonumuzu. 3 yıldır o kolonun dibinde, siyah kaplı defterinizi çıkarıp sayfanın en başına “Ferda Hanım’a Mersiyeler” başlığı attıktan sonra Merhum Ferda’ya mektuplar, şiirler yazıyorsunuz.

Nasıl okuyorum o yazıları bir de bana sorun Ferdi Beyciğim. Sallanırken düştüğünüz söğüt ağacını anlatmıştınız bir mektubunuzda. Zaman sonra yine o hatıranızdan bahsederken “Kimse bilmez.” diyerek söze başlamıştınız. Ben biliyorum, diyememek çok gücüme gitmişti. Size dair her hatıranın, anlattığınız ve unuttuğunuz her teferruatın zihnimin en nadide köşesinde bir tahtı olduğunu; o yitik ve silik dediğiniz çocuğun hayatımın yitmeyecek ve silinmeyecek bir mükâfatı olduğunu size söyleyememek beni kahrediyor zira.

En çok da neye üzülüyorum biliyor musunuz Ferdi Beyciğim? Ölmediğime ikna olmadığınız gibi, evlendiğimizi de silmiş hafızanızdan korku. Tüm güzel hatıralarımız sizle kalsaydı bari. Oysa hâlâ kendinize kızıyorsunuz. Neden kavuşamadığımızın cezasını çektiriyorsunuz kendinize. İnanır mısınız, bazen ben bile size inanacak oluyorum. Acaba gerçekten öldüm de ruh gibi dolandığım için mi Ferdi Bey böyle davranıyor, diyorum. Ölmeden önce öldürdünüz ya beni, siz çok yaşayın.

Aslında ölmeden önce ölmek güzel şey Ferdi Beyciğim, sizle bunu hep konuşurduk. Ölmeden ölmeliyiz derdik, bu yolda destek olalım derdik birbirimize. Fakat ben böyle olabileceğini hiç tahmin etmemiştim. Gücenmiyorum size, bilakis, siz sözünüzde durdunuz; anlaştığımız gibi ölmeden önce öldüm sayenizde. Sözünün eri oluşunuza daima hayrandım.

Sözünün eri. Erim, Beyim… Ruhuma okuduğun Fatihaların hürmetine. Hatırla ölmediğim günü. Çünkü o günden beridir ben her gün ölüyorum.

Seda Nur Varol

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir