Yürürken bakınmaktan sıkılmadığımız yeni bir mahalleye taşınmıştık. Sokakları yüzümüzü yere düşürmezdi. Biri diğerinden hep farklı, sıralı sıvasızlar arasında hayretimiz bizden biri gibiydi. Komşuların halleri ve mağaza adresleri çabuk öğrendiklerimiz içindeydi. Yanımıza küçük yerlerde rastlanmayacak polisiye hikâyeler almıştık. Şaşırmak için ektiğimiz ekinlerin mahsulünü, sofra başında birbirimize bölerdik. Taştığımızda çekip çeviren bir sünger bulunurdu ama biz yine babamıza dönerdik. Bu mübarek şehir diye başlar, evliyaları sayardı. Besmeleyi sesli söylerdi. Söz uzayacağı zaman mutlaka belli ederdi. İki Cihan Güneşi Efendimizin aziz ruhlarına ser verir, selam verir, isim vermezdi. Teki aşırılık ölçer, öbürü gülerdi. Ko gülen gülsün, lafı geçmezdi. Öyle yıllarca yaşayıp gidecektik. Bazen dizi, bazen dibi odasında gezip göçecektik. Çok sürmedi. Bir gün ona “yarın gel başla” dediler, kayboldu. Benim de telaşesi önden varan okulum açıldı.
Mevlüd’le orta ikiye geçtiğim o sonbahar dernekte tanıştım. İlkin, okul çıkışında arkadaşlarım “internete de gireriz” diye davet etmişti. Gittikçe okuldan eve dönüş rutinim aksamalara başladı. Gecikecek olduğumda biraderle eve haber salardım. Merdiven altı bir yerdi burası. Hangi devlete çalıştığından şüphelenebilecek değildik. Bir sezdiğim de olmazdı, fîsebîlillâhı buradan hatırlıyorum. Kesin olan, takviye derslerin yanısıra spor ve bilgisayar etkinlikleriydi. Okuma saatinde elimize “Yoldaki İşaretler” kitabı tutuşturulmuştu. Bir ara Mevlüd’ü sıkılganlığından bildim. Benden iki-üç yaş büyük olmasına rağmen akranlarıyla pinpon oynamaz, olduğu yere mıhlanırdı. Tek gözlediği masaüstü bilgisayarlardı. Büyük bir patırtıyla online oyun oynayan küçüklerin sırasını bekliyordu. Kulaklığı olan garip bir adam, ceketi Kul Ahmet’in ceketine benziyordu. Vakti geldiğinde başkalarıyla ilişkisini keser, internetten şiir dinlerdi.
Neden sonra ben de Mevlüd’ün dünyasına daldım. Hafta sonları erken uyanıp eşyanın hakikatini aradım. Simit-çay ikilisiyle adam akıllı burada tanıştım. Kardeşimiz zeytinin tam bir Müslümanı andırdığını burada fark ettim. Konsantre şuruplara alışamadım. Sakin geçen eğleşmelerimiz oldu. Önceden mutfaktan başka yerde görmediğim radyoyu şimdi internette keşfettik. Pazar sabahları “Kayıp Gemi” programının tekrarını veren bir istasyon buldum. Hoparlör olmadığında ses açılır, kulaklığın bir tekini ben, diğerini o takardı. Kayıtların geceden alındığı her hâlinden belliydi. Tok sesli bir sunucu -ki muhtemelen kendisini tonmayster da dinlemiyordu-, epey kasvetli bir vetireden sonra kendi aksinden dahi ürküyormuşçasına fısıltıyla başlardı söze. Babamın saydığı evliya isimlerinden bazısına burada da rastladım. Hazırlanıp geliyordu, dolu dolu bir işti. Arada şiir okur, bazen nükte, latife, menkıbe paylaşır, sıkılmayalım diye yer içerken bile jingle sesi verirdi. “Hazreti İnsan” gibi bir meselesi vardı, asıl işi buydu. Olgunlaşmanın yollarını sayar dökerdi.
Aramızda derneği aşan bir yakınlık serpilmeye başladı. Kamplarda beni de alıp kalabalıktan ayrılır, marşları öteden dinlerdi. Cebine taş doldurup derinlere açılan kimselerin hâline gülmezdi. Kandahar’a yardım toplanırken bile kırgındı. Kin tutmayı erken öğrenebilseydi zevzek öğretmenlerini es geçmezdi. Onlar ki eş anlamlı kelimeler olabileceğine tam bir ciddiyetle inanır, itiraz ederseniz zıddına giderlerdi. Gerçeği önce tasnif eder, ardından tasvir eder, ilk fırsatta da tasfiye ederlerdi. Faaliyet saatlerinde ipe un sererler, mimli imler dizerlerdi. Hiç yapmadıkları bir şey varsa önlerine, ardlarına üflemekti. Kendilerinden olmayanları beğenmez, anlatım bozukluğu gibi görürlerdi. Burada bir nebze nefes alabilmek güzel nimetti. Hem artık tek başına yalnız değildi. Yan yana yürünebilecek geniş arazilerde peşimize düşmenin daha verimli olduğunu îcad etmiştik. Birbirimizi duyabilecek mesafelerde seslenirdik. Kâh Allah’ın varlığını ve delillerini anlatır kâh Leyla ile Mecnun’un aşkını sonsuzluk istencine yorardık. Doğu ve Batı medeniyetlerinin ayrımını da bir bakıma bu sevgisizlikte arardık. Yola, bulmak yerine çıkmak için ilk kez onla revan olmuştum. Mülahaza etmeyi sözlük anlamını karıştırmadan, yaşayarak öğrenmenin heyecanı içindeydim. Otobüse binmeyi bilmediğimiz için yürüdükçe yürürdük. Bu manzaralara gazoz içmenin yakışacağını iyi kötü kestirebilirdik. Yarınlarımız için telefona ihtiyaç duymaz, beklemekten yılmayacağımız yerlerde buluşurduk.
Lise sona kadar babasından herhangi bir müdahale gelmedi. Ütüsüz giyinmeyen, lambaları lüzumluysa da söndüren, harçlıkları aynî ödeyen, yokluk nedir bilen, atasözlerinden dem vuran kavruk bir adam. Gülerken de tasarrufu severdi, hiç değilse ifşâdan kısardı. Dövdüğü yerde gül bitmezdi. Merhamet etmeyi iyi bilirdi ama âciz kimselere lâyık sayardı. Oğlunu bana sorar, başı okşanması gerektiği zaman benim başımı okşardı. Bir gün karşıma geçip konuştu. Kitap, oku ile başlamıştı, okutup cümle âleme takdim edecekti. Kendisine destek olmamı rica etti. Tıp Fakültesi için istekli olan Mevlüd’ü iyice eve çekmeyi başardı. Görüşeceklerimiz ertelendikçe bağımız zayıfladı. Bir dönem, test tarikatına bile girip çıktığını işittim. Abileri yardımcı oluyormuş. Mahalleden ilk kez bu kadar uzaklaşmıştı.
Vaat edilen gün gelip çattı. Yalınayak toprağa basıp sınava girdi. Evdekiler okudu, tembihledi. İlk sonuçlar gazeteyle ulaştığında uykular görev şehidi sayıldı. Tercihler açıklanınca doktor olamayacaksa da iyi bir mühendisliğe girebileceği anlaşıldı. İş ki mesele böylelikle hallolabilecek gibi değildi, tatmin olan bulunmadı. Hararetli tartışmalardan sonra kocamış bir dula gelin olur gibi gönülsüz çıktı mahalleden. Taksiye bindiğinde aklımdan engel olmayı geçirdim. Kervana katılıp ona ben de nasihat çekecektim. Vedalaşmak üzere gelenleri görünce vazgeçtim. Hem, ne de olsa küçüğü olduğum için ben akıl verirken istekli bakmayacaktı. Akşam oldu.
Çalabım bir Mevlüd yaratmıştı, iki cihan âresinde dolanıyordu. Yeni yurduna uyum sağlayamadığına dair haberler geldi. Kafası attığı gecelerin birinde sabahı beklemeden dönmüş. Eve almayan babasını, bu sefer çalışıp kazanacağını söylemekle ancak ikna edebilmiş. Dersleri gerçekten savsakladı mı yoksa buluttan nem kapan babası sebepsiz mi evhamlandı, bilemiyorum. Madem söz dinlemeyeceksin diye ortağı ve ahbâbının kavanoz fabrikasına yolladı. Bu, Mevlüd’ü Mevlüd olarak son görüşümdü. Çalıştığı yerin karşı duvarında ayna varmış dediler, bakıp bakıp taşmış. O aynalarda ne gördü? Sanıyorum o daha çok seyretmiştir. Gözlerini kalem gibi çekmiştir. Her çerçeveyi tuval bilmiştir. Tuttuğunu çizmiştir. Katlayıp cebine sokmayı da bilmediyse, elbet birilerinin gözü değmiştir.
Olan oldu, birkaç ay yatış verildi. İlaçlarını aksatmamak kaydıyla babasının refâkatine teslim edildi. Mahalleye son gelişinde artık benden çıkmış, kamuya mâl olmuştu. Önceden birlikte adımladığımız sokaklarda yalnızdı. Solgundu, yorgundu ama kalbin hallerine dâir defalarca okuduğu kitapları güneşten korurdu. Poşet yerine bir sırt çantası vermeyi akıl edemedik. Kulaklığı, radyosu da olan pilli walkman, yağmurdan ilk kurtarılacak eşyalarıydı. Deliliğe özendirdiği için hiçbir cezâî müeyyideye mâruz kalmadı. “Cillop gibi hayat” derken kimsenin özendiği de yoktu zaten. Akşamları eve dönmemeye alıştı. Yaz geceleri parkta sabahlar, soğuklarda derneğin etrafı kapalı sundurması altında kıvrılırdı. Kokmaya başladı. Bir gün eve aldığımda bizimkilerden tatlı sert azar işittim. İnatla vazgeçmeyen bir tek babasıydı. Oğluna artık gücü yetmiyor, zorla bir iş yaptırmak gerektiğinde iki iri adam tutuyordu. Mevlüd bu kimseler için “o adamın itleri beni dövdüler” derdi. Teşbihin sertliğini, din düşmanları için bile daha ayıp bir laf bulamamasından hatırlamıştım. Yaşamaktan mâlûlen emekliye ayrılmış sayıyor, kaybettikleri ve gözden çıkardıkları için var gücüyle suçluyordu. Hafiflemeyi hiç istemedi. Lânet okuru olmanın yüküne de omuz verdi.
Acılı baba yatağa düştü. Hep oğlunun arkasını toplayan, iyi yürekliliği ve üstün yaratılışına rağmen maalesef bağnazlıklarının kurbanı olan, boğazını her temizlediğinde nisbetli-müsbetli cümleler kuran, çağdaş uygarlıklar seviyesini duyduğunda aklına hac dönüşü emtialardan başkası gelmeyen o, ulu çınar, işin rengi değişince tedaviye olumlu yanıt verdi. Bir süre kanserli hücrelerin kurutulduğuna inanıldı. Apar topar hastaneye kaldırıldığında pek de öyle olmadığı bildirildi. Emr-i hak vâki oldu. Ölüm duygusuna saygısı kalan herkes dedikoduyu o an bıraktı. Hayırsever adamdı, teşkilatçıydı. Bir kişi hariç mahallenin bütün garibanları oradaydı. Nasip oldu ben de toprak attım. Etraftan eser miktar ağlama sesi duyuldu. Ağzı örtü gibi bir şeyle kapatılıp derhal boğuldu. Ne yönden geldi, neden kesildi ayamadım. Vazifeyi tamamlamış olmamızın ferahlığıyla oradan ayrıldım.
Yetim, yetinmedi. Tebrikleri kabul etti. Özgürlüğün ayartmasıyla daha da serpti. İbretli bir son ya yahut köklü bir diriliş hevesiyle dolup taşan sînelerden yakasını kurtardı. Alışkanlıklarına sıkıca bağlandı. Hep aynı şeyleri yapınca hep aynı şeyleri yapamayan zayıf karakterli kimseler ortaya çıktı. Varlığı dokunmadan anlaşılmayan, kaldırımlarda yolu izi kaybolan, görüntüsü ancak karşıdan karşıya geçerken hayalen beliren bir adam hâlini alıverdi. Ben de hepten unutmuş gibiydim. Bir akşam mesaj attı. Emesenden beri ilk defaydı bir şey gönderdiği. “Kayıp Gemi” programının neden 32. bölümü olduğuna özel bir anlam yüklenemezdi. Açtım, sanal bir tefeül yapar gibi ileri sardım. Tok sesli sunucu Atâullah İskenderî hazretlerinden “İnsan pek acelecidir” mealindeki ayetin tefsirini okuyordu. Haydi eyvallah demeğe kalmadan, gelirsem radyo da dinleyebileceğimizi söyledi.
Mehmet Emir
5 Yorum