Seyyar satıcıydı. Yazın yaz, kışın da kış mahsulü satardı. Karlı-yağmurlu, rüzgârlı-ayazlı günlerde işe çıkmayı daha çok severdi. Yazın en sıcak günlerinde, kavurucu güneşin altında eskimiş arabasını ittirmekten alıkoyabilen çıkar mıydı Allah aşkına! En zor, en çetin, en zahmetli günlerde; kimsenin camdan kafasını çıkarmaya dahi cesaret edemediği günlerde; Seyyar Hüseyin, arabasının başında sokakları arşınlardı. Üç çocuğu vardı, üçünü de yüreğinde taşırdı. Her biri bir dünya kadar ağır basardı onun yüreğinde. Bundan olsa gerekti ki belki de hafif bükük gezerdi. Çocukları uğruna çile çekmek onurdu onun için. Yemeyip yediren, içmeyip içiren, giymeyip giydirenlerdendi. Şu çağın anlam veremeyeceği kadar garip bir adamdı. Ayakkabısı yırtılmıştır mesela ve en azından tamir edilmesi gerekmektedir. Bunu yapmak için de kazancından hayati masrafları düştükten sonraki kalanın, hani şu bazı insanların “etimden tırnağımdan” diyerek tarif ettiği o kalanın bu iş için harcanması gerekmektedir. Fakat gelin görün ki o ay bir evladı, komşunun çocuğunda gördüğü yeni bir çantadan etkilenerek kendi eski çantasından utanır olmuştur. Seyyar Hüseyin buna dayanır mı? Asla dayanamaz! “Çocuklarına kurban olsundu, babaları!” onun dünyasında. Bir ay daha içi su dolu ayakkabıyla sokakları arşınlardı ama evladını arkadaşlarına mahcup ettirmez, gider yeni bir çanta alıverirdi. Bu babalığı yapmak… İşte hayatı onun için anlamlı kılan şey buydu. Çocukları, ailesi için eziyetlere katlanmak, hayatın en manidar ayrıntısıydı ona göre. Çünkü hayatın amacı onun için, kalbinde bir kuş gibi taşıdığı o merhamete hizmet etmekti.
Baba olduğum şu günlerde babalığın anlamını sorgulamama sebep oluyor, Seyyar Hüseyin. Evdeydim, uyuyordum. Çocuk beşikte uyurken uyanmış ve ağlamaya başlamıştı. Bakındım sağa sola, göremedim kimseyi. Çocuğun ağlayışları gittikçe artıyor, ben tahammül sınırlarıma dayanmış, öfkemse iyice kabarmıştı. Birden bağırıverdim “Nazan!” diye. “Bir pazarım var, onu da çocuk zırzırıyla mı geçireceğim!” Nazan’dan ses yok. Mutfaktan sesler geliyordu. Çocuğa uzanıp bakma ihtiyacı bile hissetmeden bir hışımla yataktan fırladım ve doğru mutfağa. Dilimin ucuna gelmiş, dayanmış ne kadar söz varsa hepsi birden çıkıp dökülmek istiyordu ağzımdan fakat demedim gene de. Çünkü ben günlerden en çok Pazar gününü, Pazar günü de sabah kahvaltısında menemen yemeyi severdim. Yanında bir de patates kızartması varsa, değmeyin keyfime. Nazan soğanları ve biberleri kızmış yağda kızartmış, bir yandan patatesleri kızartırken diğer yandan da doğradığı domatesleri kızarmış soğan ve biberin üstüne koyuyordu. Mutfak gürültülüydü yani. Demedim o yüzden dilimin ucuna gelenleri ama hepten sakinleşmiş de değildim. Çocuk ağlamaya devam ediyordu. Oflaya puflaya döndüm, çocuğa vardım, kucağıma aldım, salona geçtim. Susturmak için “şiş, piş” yaparken, camı döven yağmur damlaları dikkatimi çekti. Çocuk da susar, diye cama yanaştım. İzolasyonu güçlü bir evimiz vardı. Ne soğuğu ne sıcağı ne de sesleri çok fazla hissederdik. Yağmur epey şiddetliydi ve bunun yanı sıra pazar günü olması hasebiyle de sokak bomboştu. Fakat bir anda dikkatimi el arabasıyla kuytuya çekilmiş, yağmurun dinmesini bekleyen bir adam çekti. Seyyar satıcıydı. Olduğu yerde minik minik zıplıyor, kollarını sırayla sıvazlayıp duruyor, arada da iki elini yarı yumruk yapıp ısınması için bir yandan hohluyor, bir yandan birbirine sürtüyordu. “Bu karakış günü, şu yağmurda, üstelik pazar günü, bu adam burada ne yapıyor?” dedim içimden. Sadece bu merak sorusundan değil, bilmem başka nice sebepten ötürü içimde bir şey kıpraşıp durmaya başlamıştı. Ne oluyordu bana bir türlü anlamıyordum. Fakat gözümü de bir türlü adamın üstünden çekemiyordum. Ne ara oldu, nasıl oldu anlamadım bir anda gözlerimin önüne gözlerindeki yorgunluklarıyla güleç yüzlü, Seyyar Hüseyin geldi. Bir anda manzara daha da buğulanıp bulandı. Yağmur mu artmıştı? Hayır, gözlerim yaşarmıştı. Yıllar geçmişti aradan. Gittiğinden, aramızdan ayrıldığından beri sık sık aklıma geldiğini söyleyemezdim. Fakat bir buzdağına dönüşmüş hatıralarım şimdi tek tek çözülüp akıyor ve gelip göğsüme duruyordu, boğuluyordum. Hele bir de onun sokaklardaki perişan hallerine hiç şahit olmayıp da onun mümessili makamındaki şu çilekeş adamı, Seyyar Hüseyin gibi görünce iyice kesiliyordu nefesim. Çektiklerini hatırladıkça içimi derin ve büyük bir boşluk kaplıyordu. Sonra her zor günün sonundaki sıcak gülüşü geliyordu gözümün önüne, içimdeki o derin ve soğuk boşluk bir anda yerini sıcacık bir hisse bırakıyordu. Öyle sıcaktı ki bu his, göğsümde denizler kabarıyordu sanki bu sıcaktan. Dayanamıyor, artık sarsılarak ağlıyordum. Çocuğu güç bela Nazan’a yetiştirdim. “Ne oldu, ne bu halin?” diye telaşlanırken o, “Geliyorum!” diyebildim ancak kapıdan çıkarken. Hızla asansöre koştum. Tarifi güç bir telaşa binmiş gidiyordum. Asansördü, merdivendi, koridordu, kapıydı derken ancak varabildim sokağa. Ne var ki sokağa çıktığımda yağmur hafiflemiş, seyyar satıcı çoktan gitmişti! Elimde değil, “Baba!” diye haykırdım arkasından, o sokak ortasında hıçkırıklarımın arasından. Hem de bilmem kaç defa… “Baba! Baba…” Sanki koşup sokakta, yıllarca çektiği çilelere kör-sağır kaldığım babamın, o yağmurun altında eline ayağına kapanıp “Babam! Babam ne işin var senin bu yağmurda, bu soğukta sokaklarda? Gel! Gel, Allah’ını seversen gel, içeri geçelim. Şu üstünü başını değişelim. Kurulanır, ısınırsın biraz. Bir sıcak çorba içersin en azından!” diyerek onu eve götürecektim. Götüremedim. Dizlerimin bağı çözülmüş, ben yere çökmüştüm. Nazan, geldi sonra, koluma girdi, çıkardı beni yukarıya. Yürüyecek halim kalmamıştı. Bitmiştim sanki.
O gün ikindiye doğru yağmur durmuştu. O ana kadar ağzımdan tek kelam alamayan, Nazan, “Kabristana gidiyorum. Babamı ziyarete…” dediğimi duyunca, rahat bir nefes aldı. “Tamam. Çok kalma soğukta. Hastalanırsın maazallah.” diye uğurladı beni. “Hayatını bizim için sokaklarda harcayan babamın kabrinin başında iki rüzgâr yemeyeyim, diye karım beni uyarıyor. Hayat ne garip!” dedim içimden, evden çıkarken. Bir saat olmadan kabristandaydım. Kabre varınca kırdım dizimi, çöküverdim oracığa. Ağladım, güldüm, konuştum, sustum… Ara ara yağmur yağsa da saatlerce devam ettim böyle. Ayların, yılların kazasını vermek ister gibi… O haftayı ilaçlarla, nane-limonlarla güç bela ayakta geçirdim. Biraz soğuk almıştım. Nazan’ın söylenmeleri de cabası… O günkü muhabbetimizle, geçirdiğim o soğuk algınlığıyla bir nebze olsun rahatlamıştım. Sanki o gün babamla işe çıkmıştım da, beraber yemiştik o soğuğu. Binlerce çilesinden bir tanesine de olsa ortak olmuştun sanki. O günden sonra her hafta sonu mutlaka, arada da fırsat buldukça ziyaret eder oldum kabrini. Belki bir nebze olsun daha iyi biliyordum babamın kıymetini, baba olmanın kadrini. “Belki” diyordum “bundan böyle daha hakikatli bir baba olurum çocuğuma, çocuklarıma.”
Seyyar Hüseyin bizim babamızdı. Evet, biz bir babanın evlatlarıydık; bir adamın çocukları değil. Bize bunu öylesine güçlü bir şekilde hissettirdi ki… Her günün sonunda heyecanla sokağın başında görünmesini beklerdik. Görür görmez “baa-ba! baa-ba! baa-ba!” diye bağırır, kollarımızı açar ona doğru koşardık. Alırdı kucağına, gıdımızdan öper, boynumuzdan sanki miski amberi koklar gibi içine bir nefes çekerek ciğerlerini kokumuzla doldururdu. Bizi arabasının önüne bindirir, eve kadar iterdi, Seyyar Hüseyin. Onca zorluğa ve meşakkate rağmen yüzü hep güleçti. Çünkü Seyyar Hüseyin baba olmaktan zevk alıyordu. Babalık, onun için hayattı ve o, bu hayatı köküne kadar yaşıyordu.
Hatip Ekinci
4 Yorum