Evde oturan erken ölür.
(Çingene Atasözü)
Kapı sesinden ürker tüm yaşlı çingeneler. Kapısı olan her dört duvar, ya kafes ya zindandır. Hatta yalnızca zindandır, zira kafesler de birer zindandır.
Maruf, toprağı andıran kuru ve çatlaklarla bezenmiş yüzünü, masada iskambil oynayanlara dikmiş, tatlı tatlı izlerken kapının sesiyle irkildi yerinden. Ondan başka kimse istifini bozmuyor, çay ve sigara dumanlarına bulanmış kahvehanede, masalarına çökmüş oyunlarına devam ediyordu. Oysa Maruf, kapının her açılıp kapanmasında çevik bir hareketle yüzünü kapıya dönüyor, huysuzlanıyor, sonra toparlanıyordu. Masada oyun oynayan Bilal de kendisi gibi bir çingeneydi. Kendisinden yirmi yaş küçüktü, hayatının çoğunu şehrin bağrında geçirmişti, ona dert değildi bu kapı sesleri. Oysa Maruf için neşe ve zevk katiliydi o.
Maruf’un kapı sesine olan zaafını kahvehane ahalisi evvela anlamadılar. Onu bir kanun suçlusu hatta firarisi sananlar bile oldu. Kapı sesiyle ürküp sandalyesinden düşecek gibi olmasını, yüzünü kapıya dönüp ekşitmesini buna yormuşlardı. Çaycı Kızıl Ali de öyle biliyordu önceleri. Tâ ki bir gün Maruf elinde makine yağıyla gelene kadar…
Yine, bir gündü, akşam çökmüş, kahvehane yavaş yavaş doluyordu. Hava soğuktu. Rüzgâr, kuru ahşap pencereleri zangır zangır titretiyordu. İçerisi ise çayların buğusundan, hiç sönmeyen sigaraların dumanlarından, nefeslerden ötürü sıcaktı. Bir de kahvehanenin tam orasına kurulmuş sac soba vardı tabiî. Talaşlar çıtır çıtır ses çıkarıyordu.
Maruf, elinde makine yağıyla giriverdi içeri. Daha kimselere selam vermeden evvela kapı menteşelerini, ardından pencerelerinkini bir güzel yağladı. Kızıl Ali de hiç sormadı ‘’Ne yapıyorsun?’’, diye. Maruf, o akşam geç saatlere dek, sandalyesinden sadece helaya gitmek için kalktı iki defa. Ağız tadıyla arkadaşı Bilal’in oyununu izledi, çayını içti.
***
On iki at arabasına binmiş on iki aile, şehir yoluna hiç sapmadan yol alıyordu. Atlar, balçıklı yollarda gitmekten bitap düşmüşlerdi. Nalların değişmesine, tekerleklerin tamire ihtiyacı vardı. En önde Arif, onun ardında kardeşi Turan vardı. Kafile sessizce yol alıyordu. Maruf da Arif’in yamacına oturmuş, kayışlardan birini tutarak babasına eşlik ediyordu. Güneşin sarı sıcak rengi portakal rengine dönüşüyor, sonra gittikçe kızıllaşıyordu. Karanlığın görevi devralmasına az kalmıştı. Balçıklı yollar kesildi, önlerine diri, yeşil otların hüküm sürdüğü bir yol açıldı. Çocuklar uyumuş, analarının dizlerine baş koymuşlardı. Çingene kadınlarının rengârenk elbiseleri, çökmekte olan karanlığın içinde ışık gibi parlıyordu. Maruf’un gözleri de ha kapandı, ha kapanacaktı. Derken şırıl şırıl bir su sesi duydular. Bir nehirdi bu. Arif kayışları yavaşça çekti kendine, atını durdurdu. Hemen sonra peşinden gelen Turan ve diğerleri de atlarını dinlendirdiler. Burası bereketli bir yere benziyordu. Birer-ikişer indiler at arabalarından. Kendileriyle getirdikleri kazıkları, çevreden buldukları kütükleri toprağın yumuşak bağrına çaktılar. Kadınlar bohçalarından çıkardıkları renkli çarşafları kazıkların üstünden, yanından geçirdiler. On iki aile, o akşam on iki haneye dönüşüverdi. Yorgunluğun ve suyun da sesinin etkisiyle hemencecik uyuyuverdiler.
Nehrin güldür güldür sesiyle ilk uyanan Maruf oldu. Anasının sıkı sıkıya sardığı kollarından kurtulup nehrin kenarına geldi. Balıkları gözleriyle seçebiliyordu. Sis, henüz dağılmamıştı. Her yer capcanlıydı. Kuşların kanatları dahi ıslak ve parlaktı. Çocuklar birer-ikişer çıktılar çadırlarından. Onları büyükler takip etti. Kadınlar sofraları ıslak otların üzerine serdiler, torbalardan azıkları çıkarıp mükellef bir kahvaltı hazırladılar. O sabah, on iki hanenin bütün fertleri, yan yana dizlerini kırdılar, birlikte yediler.
Şu âlem varolalı beri, hep yürüyen, varlıklarını yürümeye borçlu olan çingeneler, yörükler, koçerler bir yerde meskûn olmaya hiç heves etmediler. Dağların, bayırların, nehirlerin onlara açtıkları şefkatli kucak yetti. Onlar da dağlara, bayırlara ve nehirlere…
On iki hane, orayı pek sevdiler. Bir gün, yükseklerden köylüler indiler. ‘’Buralar bizimdir’’, dediler. ‘’Yol alın’’, diye de ilave ettiler. Yol almaya, yürümeye ezelden alışık olan çingeneler, nasıl ki tez kurmuşlardı çadırlarını, öyle de tez kaldırdılar. Sırtlarına yükleyip at arabalarına yerleştirdiler. Çingeneler evlerini sırtlarında taşırdı.
***
Maruf, 17’sinde bir çocuktu. Ablası 3 sene önce, abisi 7 sene önce yollarda ölmüştü. Kafile, o sene çok dolandı. Konup konaklayacakları bir yer bulamadılar. Şehirler büyüyor, şehir dışındaki her şey küçülüyordu. Ağzını ve kollarını açmış bekliyordu şehirler. Kafileden sesler yükseldi: “Hepimizin eli iş tutar. Biz de şehirde yaşarız, biz de yaparız”, dediler. Yaşlılar bu işe gönül vermediler. Gençlere de direnemediler. Şehre varacaklardı. Şehirde yaşayacaklardı. Şehirli olacaklardı. Şehirliler yapıyorsa, kendileri neden yapamasınlardı.
***
Şehrin toprağı, suyu, havası, velhâsıl bilcümle kendisi her çiçeğe elverişli değildir. Kökünden kopan ağacın her toprakta yeşerememesi misali, insanoğlu da her yerde hayat bulamaz. Arif, şehre iki yıl dayanabildi. Ölümünden üç yıl sonra da eşi Avniye öldü. Maruf, kız kardeşi Hicran ile bir başlarına kaldılar.
Maruf’a sorsanız, size babasını bu evin öldürdüğünü söyler. Her akşam eve geldiğinde gömleğinin bütün düğmelerini çözerdi. Evin bütün pencerelerini açar, kapılara da takoz dayar sonuna kadar açık bırakırdı. Gözleri baygın düşene kadar keman çalar, çaldığı yere çöküp uyuyuverirdi.
***
Kızıl Ali’nin kahvehanesine baba yadigârı kemanla geldi Maruf o akşam. Kuru, çatlak yüzünde çocuksu bir gülüş vardı. Bir fasıla keman çalması için çağırmışlardı, iyi de bahşiş vermişlerdi. İçeri girince Kızıl Ali’nin çırağına ses etti, çocuk gelince kulağına bir şeyler söyledi. O da gitti Kızıl Ali’ye söyledi. Kızıl Ali bütün pencereleri açtı, içeriyi ferah bir hava kapladı. Kapıyı da açık bırakıp takoz dayadı. Kahvehane ahalisinden sesler yükselmeye başlayınca Kızıl Ali; “Durun ağalar, hemen ses etmeyin. Maruf hepinize çay ikram ediyor. Bir de keman çalacak bizlere”, dedi.
Homurdanmalar kesildi, çaylar servis edildi. Maruf, ince, kuru boynunu paltosundan yukarı uzattı. Kemanını ağır ağır boynuna götürdü. Kahvehanedekiler put misali donakalmışlardı. Sesler kesildi, kaşıklar bardaklardan çıkarıldı. Maruf, arseyi keman tellerine dokundurdu önce. Arse o an sihirli bir çubuğa dönmüş, kemana dokundukça büyülü sesler çıkarmaya başlamıştı. Maruf kuru elinin biriyle yayları okşuyor, ötekiyle çubuğu gezdiriyordu üzerinde. Ahali çayları unuttu, çocuklar kapı önüne doluştu, kadınlar balkonlara taştılar. Maruf, uzun paltosu ve eprimiş gri fötr şapkasıyla kahvehane ortasına çakılmış bir semazen edasındaydı. Bir çember ortasında, gözleri kapalı çalıyor, çaldıkça kim bilir neler düşlüyordu. Ocakta kaynayan demlikler fokurdayıp taşmaya başlayınca, efsunlu uykudan ilk uyanan Kızıl Ali oldu. Maruf’un ritimleri önce yavanlaşmaya sonra da sönmeye başladı. Gözlerini açtı, kendisini izleyenlere bakıp güldü. Ağızlar açık, gözler kocamandı.
Ümit Yiğit
2 Yorum