Bir Seyahatin Ardından

Karakaş Camii – Antalya

Âlem ve İnsan

İnsan âlemi müşahede etmek ister. Bu müşahededen murat edilen, fâni olanın yaradılışına dair fikir edinmektir aslında. Zira bu âlem de fânidir insan da. Ve ikisi de ilahi olandan iz taşır. Kendini bilme mesuliyeti yüklenen insan, bu bilişi hakkıyla gerçekleştirmek için hem kendini hem de âlemi müşahede etmelidir. Yollar, dağlar, denizler, binalar, insanlar yani göreceği her şey idrak penceresini açacak cüzlerdir âlemde. Tüm bunların müşahedesidir insanı kâmil bir hâle kavuşturacak olan. İbn Battuta’nın seyahatleri bir arayışa, âlemi ve dolayısıyla  kendini bilişe müteallikti. Peki, seyahatler hâlen o müstesna arayış için mi yapılmakta?

Modern zamanlar, insanın âlemi/kendini bilme serüvenine ket vurduğu gerekçesiyle sık sık eleştirilir. Modern zamanların tâbi olduğu dünya görüşü hakiki bilişe engeldir. İçine doğduğumuz zaman çepeçevre sarar bizi. Zamanın tâbi olduğu kabullere biz de tâbi oluruz. Bizler, bize yabancı bir düzenin kabul gördüğü bir zamanın içine doğduk. Bu hakikatin tabiî sonucu olarak ise, ne kendimizi ne de âlemi hakkıyla bilebiliyoruz. Kendimizi hakkıyla bilemiyoruz, modern gereklere uygun olarak kurulmuş toplumsal düzen çepeçevre etrafımızı sarmış. Âlemi hakkıyla bilemiyoruz, zira âleme bakışın sebebi olması gereken yaradılışı hakkıyla biliş isteğimiz kayboldu. Âlemin ufak bir parçasını tam mânâsı ile müşahede etmek değil amacımız, âlemin her parçasını görmek, tamamını görmek, sadece görmek. Bu vâkıâya ise sanıyorum “turizm” ismi veriliyor… Aslına bakılırsa turizme, “sefer ahlakından yoksun, sade görüş” tanımlaması yapılabilir.

Çürüksulu Yalısı

Şehrin Diriliği

Şehir varoluş kuvvetini diriliğinden alır. Bu dirilik, şehre aid olan insanın, evin, mabedin, yani şehre ait olan her “şey”in sayesindedir. Mefhumu muhalifinden söylersek de; şehrin insanı, evi, mâbedi diri ise şehir de diridir. İnsanın diriliği, âlemi hakkıyla hissedişiyle, yani âlemde hakiki olarak yer tutuşuyla olur; dolayısıyla insan yaşadığı şehirde de hakiki mânâda yer tutar. Şehri hakkıyla hisseder ve şehre diriliği dokur. Şehrin yabancısı değildir zira şehri inşa eden odur, şehir onun mekânıdır. Şehre diriliği eviyle, mabediyle dokur çünkü şehrin varoluşunun mümessili bu ikisidir. Evin ve mâbedin sıcak olduğu, hayat bulduğu şehirdir diri şehir. Ev, kültür ve sanatın hem üretildiği hem de yaşanılıp paylaşıldığı bir yer olduğunda; mâbed ise şehir insanının Yaradan’a olan muhabbeti kuvvetten düşürmemek, salt bireysel mânâda değil fakat toplumsal açıdan da bu muhabbeti sağlamlaştırmak sâikiyle sürekli bir araya gelindiği zaman diridir.

Cansever, 1930-1932 yılları arasında Bursa’da annesinin misafirlerinin evlerin renklerini, sokakların mimarîsi hakkında konuştuklarından bahseder. Öyle ki, sokaktaki bir evin cephe rengini değiştirmesi münakaşaya sebeb olmuş, farklı saatlerde sokağın şu istikametinden gelince sokaktaki renk skalasına ilave edilen beyaz rengin ne kadar güzel olduğu yahut neresinin tereddüt yarattığı misafirlerce konuşulmuş. Bu konuşmalar için Cansever, kolektif bir şekilde çevre kültürünün inşasına katılmanın somut uygulaması diyor. Sokaktaki bir evin boyasının o mahalde yaşayanlar için üzerinde konuşmaya, fikir yürütmeye değer bir mesele oluşu kültür inşâsı sonucunu veren bir “diri”likten kaynaklanır. İnsan diridir, zira aid olduğu mahalin “güzel”liği hakkında fikir sahibidir, ev diridir çünkü diri zihinler tarafından sürekli inşâ edilir. Dirilik, yaşamaktır. Bu anlamda diri olmayan mekânın karşıtı, pasif mekândır. Sanat eserinin salt seyirlik olmasına “sanat eseri ile insanın ilişki biçiminin pasif olması” diyen Cansever, insanı küçülten özelliği sebebiyle bu ilişki aşılması zor bir eksiklik yaratır der. Oysa bu husus doğu kültüründe sanatı seyreden değil, yaşanan sanat türüne dönüştürmek suretiyle çözümlenmiştir. Beş günlük Roma seyahatinin nihayetinde yaptığım muhakemede bu şehri tasvir eden kelime “pasif”lik idi. Şehri şehir yapan o kadim yapıların pasifliği… Şehrin dört bir yanında o kadim yapılar. Fakat “diri” değil. Çünkü evvela insan diri değil bu şehirde. Aydınlanma felsefesiyle olan savaşını dolayısıyla insanını yüzyıllar önceden kaybetmişti kilise. İnsan, artık salt “iş”e gidip gelen, her şeyi salt “kullanan”, boş vakitlerinde de salt “turist” olan bireyden ibaret. Bu insanın “ev” mefhumu da salt barınma ihtiyacını karşılayacak bir yer. Bu sebeple “diri” de değil. Roma’nın merkezinde bulunan kutsal yapılar, her ne kadar, hristiyanlık düşüncesinin dışa vurumu diyebileceğimiz mimarî anlayışın modern dünyadaki mümessili olara şehirde yükseliyorsa da, bu anlayış kendi insanını içine çekemiyor. İnsanını diriltemiyor yani. Bu kuvvetten yoksun. Oysa düşüncenin “taş”taki ifadesinin hayat bulması yani dirilmesi insanın o eseri “yaşaması” ile mümkün olacaktı. Aydınlanma sonrası, yavaş yavaş da olsa tüm hristiyan dünyasının protestanlaştığı yani sekülerleştiği bir hakikat. Din hayatın tüm veçhelerinden silindi böylece. Bu hakikat kendini kiliselerin içinde, daha şedid hissettiriyor. Avrupa’nın diğer ülkelerinde örneğin Hollanda’da satılık kilise görmek de şaşırtıcı gelmiş iken Hristiyanlığın baş şehirlerinden birinde, bu dinin “taş”larla başbaşa kalışını görmek sanıyorum bir “ölü”ye baktığım hissini verdi o anda. Vatikan’ın iki büyük yapısı olan Sistina Şapeli ve Aziz Petrus Bazilikası Michelangelo, Raffaello gibi mühim sanatçılar tarafından ve Hristiyan düşünce nizâmına ait bir mimârî anlayış ile inşâ edilse de “salt” seyirlik sanat eserleri olmaya mahkûmlar.

Feyza Yapıcı

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • sabah , 11/05/2017

    ufuk açıcı bir yazı olmuş. teşekkürler feyza yapıcı…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir