Babam; “Namazı kılıp geliyorum, haydi sen git, bekle beni.” diyor. O camiye giriyor, ben elinden fırladığım gibi koşarak gidiyorum, berber dükkânına. Kapıdan girer girmez, kesif bir sabun kokusu burnuma doluyor. Ragıp amcanın makasının şıngırdak sesi küçücük dükkânı dolduruyor. Hiçbir şey söylemeden içeri giriyorum, oturuyorum bir koltuğa, ayaklarımı sallamaya başlıyorum sandalyede. Ragıp amca, aynadan şöyle bir bakıyor;
“Vay selamsız gelmiş! Oğlum içeri girince Allah’ın selamını ver yahu!” diyor.
Ağzımı doldura doldura; “Selamun Aleykum” diyorum.
Nasıl hoşuna gidiyor. Traşı bırakıp tezgâhtaki kolonyayı başıma boca ediyor. Buna sinir oluyorum işte. Gözlerime doluyor. Kızdığımı görünce Ragıp amca keyifleniyor, basıyor kahkahayı. Biraz sonra, babam namazını kılmış, içeri giriyor. Selamlaşıyorlar, biraz hal hatır… Ragıp amca bir de babama aynısını söylüyor;
“Yahu hacı abi, bu senin adam selamsız. Sen buna selam vermeyi öğretmiyon mu?”
Babam;
“Oğlum selam vermeden içeri girilir mi yahu? Ragıp amcan saçına tren yolu açar karışmam bak.” diyor.
Nasıl sıkılıyorum. Suratım kıpkırmızı. Tavadaki yağın erimesi gibi yavaş yavaş aşağı kayıyorum sandalyeden. Babam, omuzlarımdan tutup çekiyor, “Düzgün otur, şu sandalyeye.” diyor. Biraz kendime güven geliyor. Babam sehpadaki gazeteyi açıp okumaya başlayana kadar muhabbet ediyorlar. Ragıp amca işaret edince, çırağı dükkânın karşısındaki duvarda asılı duran beyaz kutuya gidiyor, üzerindeki kırmıza tuşa basıyor. Ses geliyor kutudan:
“ Buyrun”
“Ragıp Berbere bir çay, bir oralet.”
“ Geliyor.”
Oraleti duyunca ağzım sulanıyor. Daha gelmeden, o buruk, ekşimsi tadı damağımda hissediyorum. Beklemeye başlıyorum. Çift kanatlı makas biraz sonra saçımı yola yola başımda bitecek. Kelebek diyorum ben ona. Saçımı kelebekle kesmese. Çok acıtıyor… Koltuktaki adamın saçını makasla kesiyor, keşke benim saçımı da makasla kesse. Adam kalkıyor, üzerini çırpıyor çırak. Sıra bana geliyor, koltuğun üzerine bir tahta parçası koyuyor Ragıp amca. O tahta plağın üzerine oturuyorum. Böylece koltuğun içinde gömülüp kaybolmuyorum. Ragıp amca saçımı kırkmaya başlıyor. Kıllar yüzüme, enseme dökülüyor.
Yüzümü ekşitiyorum, saçlarım kesilmiyor da sanki yolunuyor. Arada, sabun kokan fırçayı yüzümde gezdiriyor. Ensemden sırtıma dökülen kıllar feci kaşındırıyor. Kaşınıyorum. “Off, acayip kaşınıyorum hem de. ” Ragıp amcanın umurunda değil. Biraz sonra tıraş bitiyor. Ragıp amca bakışlarımdan anlıyor. Oraletim hâlâ gelmedi. Çırağa sesleniyor;
“Oğlum; git bir daha söyle şunlara, her bayram böyle yapıyorlar.” diyor.
Çırak, elindeki süpürgeyi bıraktığı gibi bir koşu gidiyor o kutunun başına, yine aynı tuşa basıp sesleniyor. Nasıl zevkli bir şey oradan konuşmak. Çırak bunu keyifle yapıyor. Onu hayran hayran izliyorum. Hevesleniyorum, keşke ben de konuşsam. Ragıp amca bana bakıyor;
“Haydi sen de git, şu caminin şadırvanında elini yüzünü, güzelce bir yıka bakayım.” diyor.
Koşarak gidiyorum, şadırvana. Buz gibi suyla elimi yüzümü yıkıyor, kılları temizlemeye çalışıyorum. Ragıp amcanın dükkânında su, sadece belli müşteriler için kullanılıyor.
Ne yapsın, elinden olan bir şey değildi ki bu. Kendince bir tesisat kurdurmuştu dükkâna. Tavana yakın demir bir çemberin içinde duran su deposu niyetine koca bidon, haftada bir dolar, biraz hatırlı müşteriler o bidondan musluk başlarına gelen hortumdan akan kıl gibi sudan nasiplenirlerdi. Bizim gibi olanların da nasibine caminin şadırvanında saçını yıkamak düşerdi. “Yahu canım su tesisatı olmayan berber dükkânı mı olurmuş?” diyenler olurdu. Kurduğu tesisat bir şekilde kendisini idare ediyordu. Memlekette o kadar yer varken neden oraya dükkân açmak zorunda kaldı, orasını bilmiyorum. Belki; ezan okununca hemen camiye giderim diyedir. Belki de camiden namazı kılıp çıkanlar, saç sakal tıraşı olmak için uzağa gitmeden gelsin diyedir. Zaten bütün müşterisi de camiden çıkan cemaatti.
Çocukluğumda bile saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar olan Ragıp amca, o caminin karşısındaki küçücük dükkânda, ben bu yaşa gelene kadar hep çalıştı. Vakti zamanında onun dükkânında çıraklık yapan mahallenin haylaz çocuklarının pek çoğu, şimdilerde kuaför salonu sahibi oldular. O dükkânlar açılmaya başlayınca, çoğumuz Ragıp amcaya selam verip saçımızı hep bu yeniyetmelerin dükkânında kestirdik. Çocukluktan çıktığımız ilk zamanlarda saçımızı başka yerde kestirirsek, onun dükkânının önünden geçmeye utanırdık da sonradan ar damarımız çatlayınca umursamamaya başladık. Selam verip geçtik dükkânın önünden. Gözlüklerin üzerinden baktı, selamımızı aldı, gel yeğenim oralet söyleyeyim diye takıldı. Utana sıkıla bazen uğrardım dükkâna da.
“Oğlum, iyi ki selâm vermeyi öğretmişiz, yoksa onu da vereceğiniz yok selamsızlar.” diye takılırdı.
Babamdan konuşurdu, eski günlerden bahsederdi, o anlatırdı ben dinlerdim. Vakit böylece geçerdi. Ragıp amca o dükkândan hiç çıkmadı. Camiden çıkan cemaatin saçını hep aynı şekil kesti, sakal tıraşı yaptı. Gözleri iyi seçemez, makası eskisi gibi şıngırdatamaz olduysa da dükkânı kapatıp köşesine çekilmedi. Geleni gideni pek yoktu ama son zamanlara kadar dükkânı açık tutuyordu. Çocukları ısrar ediyor, o kabul etmiyordu. Belki de akşam ezanı okunana kadar caminin yanında bulunuyor olmanın tadını çıkarıyordu. Geçenlerde içime düştü bir geçeyim, önünden dedim. Camiler salgın hastalıktan dolayı kapalıydı. Ragıp amcanın da dükkâna baktım.
“Ragıp amca” dedim…
Kapatmış dükkânı, bir daha açmayacakmış. Biliyordum bunu ama yine de bir hatıra olarak dükkâna bakayım dedim. Vitrine yanaştım, kepenklerin arasından şöyle bir baktım içeri. Tavanda duran depo, kenarları yer yer pas tutmuş ayna. Sabun kokusunu duyar gibi oldum yeniden, oraleti yeniden tadar gibi, babam camiden çıkıp da gelecekmiş gibi. Çırağın çay söylediği kutuya baktım yerinde yoktu ama sanki ses geliyordu:
“Ragıp Berbere bir çay, bir oralet.”
“ Geliyor.”
Hüzünlendim.
“Keşke açık olsaydın da yine o el makinesiyle saçımızı kırksaydın Ragıp amca. Nereye gittin…”
Yunus Emre Özsaray
1 Yorum