Öz Gaziantep Aktarcısı

Soğuklar, Yellice Dağı’nın eteğinden yavaş yavaş süzülürken şehre, kuş sesleri Sazak’tan Gaybiefendi’ye doğru azalıyor, tarihi Osmanlı evleriyle dolu sokaklarda süzülen rüzgâr sesi ise yerini hışırtılı insan seslerine bırakıyordu. Durgun, boğuk ve sıkıcı bir hava. Şehrin eski yerleşim yerlerinde tüten baca kokusu, şehrin yeni yerleşim yerlerine geçtikçe envai çeşit kokuya bürünüyor. Durmadan yükselen korna sesleri, aynı frekansa kodlanmış insan sesleri ve delirmiş gibi etrafa koşan insan suretleri…

Güllü Amca Antep’ten getirdiği baharatları içeriye alıyor. Yaşı epey ilerledi, beli de artık tutmuyor. “Çalışmazsam deliririm ben…” deyip tüm ısrarlara rağmen bırakmıyor işi. Çocukları sürekli zorluyormuş: “Baba bırak artık şu işi, kaç yaşına geldin? Kolu komşu bu yaşta adamı çalıştırıyorsunuz diye sağda solda laf ediyor. Allah aşkına rezil etme bizi!” Altta kalır mı Güllü Amca: “Yerim onların lafını, keyfimin kâhyası mısınız? Ölene kadar dede yadigârı bu dükkân açık kalacak” diye inat ediyor işte. İyi ki de ediyor, o olmasa bu güzelim ahşap dükkân, sokağın başından duyulan o muhteşem baharat kokuları, belki de ilelebet yok olacak. Dükkânın içi ayrı bir dünya; genzi yakan mayhoş kokular, çoğu insanın adını bile bilmediği güzelim otlar, hele de yıllardır sürekli kaynamakta olan demlikteki o şifalı çaylar… Sevdiklerine ikram eder Güllü Amca, öyle her gelene yok. “Herkese verirsen bir değeri kalmaz, değerli olana içireceksin ki değeri artsın” der.

Neşeli adamdır, ibadetlerine düşkün. Namaz vakitleri dükkânın hiç açıldığı görülmemiştir. “Bizim zamanımızda ticaret ibadetten sonra gelir, namaz vakitlerinde dükkânı açık olana kötü gözle bakılırdı. Şimdi ara ki bulasın o günleri…” Dükkânı bir ticarethane olarak kullanmayı çoktan geçmiş, onun ki artık ticaret değil bir nevi hobi, dükkânı açma hobisi. Ama devamlı müşterileri de yok değil. Zamanında dedesinden babasına, ondan da kendisine geçmiş reçetelere uyarak yaptığı karışımları hâlâ insanlar gelip almakta. Eskiden şimdiki gibi her sokak başı bir eczane bulunmazken, çoğu derdin çaresi için insanlar bu dükkâna gelirmiş. Bu meslek öyle alelade bir meslek değil, hangi otun hangi hastalığa iyi geldiğini iyi bilmek gerekiyor. Bazı rahatsızlıklara iyi gelen otlar, başka bir hastalığı tetikliyor. Bunları bilmek de uzun yıllar bu alanda emekle vererek elde ediliyor. Çocukluğundan beri dedesinden ve babasından aldığı dersler dün gibi aklımda diyor.

“Devir değişince hastalıklar da değişti. Önceden hastalıklar az ama ölen insan sayısı çoktu. Şimdi tam tersi hastalıklar arttı, ama hastalıktan ölen insan sayısı az. Geçmişte suçiçeği, veba, sıtma, ateşli humma, kuduz insanların başına belayken, şimdi bir iğneyle çoğunu tedavi ediyorlar. Ama baksana insanlara yeni yeni hastalıklar türedi; kap krizi, kanser aldı başını gidiyor. İnsanoğlu bir yerlerde bir şeyleri düzeltirken, mutlaka arkasında daha büyük bir yeri bozmadan duramıyor. ‘İnsan ömrü uzadı, şu hastalığa tedavi bulundu, yok tıp şu kadar ilerledi…’ Hepsi yalan dolan… Baksana önce bir virüs üretip yayıyorlar,  sonra onu alıp garip aç, sefil çaresiz insanların bulduğu coğrafyalara salıyorlar. Yıllarca bu hastalıklardan yüzlerce insan ölüyor, onlar uzaktan seyrediyorlar. Ölenler uzak coğrafyadaki garip insanlar olunca umurlarında olmuyor. Ama bu virüsün etkileri yavaş yavaş kendi yakınlarında görülmeye başlayınca, bir bakmışsın o hastalığın aşısı bir anda bulunuvermiş. Ha, bir de sadece şu ülkede üretiliyormuş… Ya hu bu insanlar ne kadar vicdansız izansız, merhametsiz oldular. Para hırsı, iktidar hırsı akıllarını, izanlarını ele geçirmiş. Neyse yine açtırmayın benim ağzımı.”

Birikimliydi Güllü Amca, öyle konuştuğunda da kitabın ortası derler ya tam da oradan konuşurdu. Medrese eğitimi almış, eski yazıya da baya hâkim. “Ben ne öğrendiysem atalarımdan öğrendim amma bununla yetinmeyip Tıbbı Nebevi, Müntehab ve birçok tıp kitabını da beraberinde okudum. Şimdi hastaneler arttı, bir derde birden çok ilaç üretiliyor. Tabiî bizim mesleğin de pabucu dama atıldı, atılacak. Eski toprak insanlar hâlâ uğrayıp hal hatır soruyorlar, sağ olsunlar. Hastanelerde dertlerine çare bulamayıp, bir de Lokman Hekim ilaçlarını deneyelim diye kapıyı çalanlar oluyor. Çocuğu olmayanlar çoğunlukta. Ha, bunu da söylemeden geçmeyeyim; önceden bu durumdan muzdarip bu kadar insan yoktu. Ne olduysa bu devrin insanlarında çok sık görülmeye başladı. Büyük sıkıntı. Rabbim yardımcıları olsun. Şifa veren elbet O. Ama elimizden geldiğince, kitaplardan öğrendiğimiz şekilde yardımcı olmaya çalışıyoruz. Allah ümmetin Muhammed’in sayısını artırsın. Bir de çoğunlukla saçı dökülenler çok uğruyor dükkâna. Ya hu ne saçmış, bir yerlerden kulaktan duyma bilgilerle heyecanlı heyecanlı dükkâna gelip, bir sürü yağ alıp gidiyorlar. Yazık bu devrin büyük hastalığı işte bu; mükemmeliyetçilik, şekilcilik, kendini beğenmişlik…”

Bazen Nefise teyze de uğruyor dükkâna. Elli yıllık hayat arkadaşı. Bunlar dükkânın önüne iskemleleri çekip oturdu mu, muhabbetlerine doyum olmuyor. İki muhabbet kuşu oturmuş, cıvıldaşıyor sanki. Didişmeleri, eski hatıraların tekrar açıldığı o doyumsuz muhabbetler, çevredeki tanıdık esnafında katılımıyla muhabbet halkasına dönüşüveriyor. Bu şehrin kalabalık ve keşmekeşi içerinde, insanın ruhunu dinlendiren bozulmamış saf insanların varlığı şifalı bitkilerden daha iyi geliyor insana.

Uzun zaman sonra dükkânın bulunduğu o sokaktan geçerken camlardaki kirli ve silik bir şekilde duran “Öz Gaziantep Aktarcısı” yazısını görünce ve burnuma gelen, kesif ve yakıcı kokular eşliğinde o anlar tekrar canlandı gözümde. Tek fark belki de, dükkân renksiz, çaydanlık boş…

Enes Can

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • 15maddedeüsküdarbekleniyor , 21/08/2019

    içimden okusam da kendi sesimden dinliyormuşum gibi gelir genelde ama bu sefer öyle olmadı çok kaliteli bir sesten alçak bir ses tonuyla dinledim hikayeyi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir