Kayseri’den ayrıldıktan sonra rotayı Mardin’e çevirdik. Geçiş yolumuz üzerinde bulunan Gökpınar Gölü, Darende ve Malatya’ya uğradık. Gökpınar, Sivas’ın Gürün ilçesinin idari sınırları içerisinde kalıyor. Gürün-Darende yolu üzerindeki mütevazı tabelasını görünce direksiyonu sağa kırdık. Yılankavi yollardan ilerleyerek Gökpınar’a vardık. O bunaltıcı sıcakta yeşili ve maviyi bir arada görür görmez içim ferahladı. Gelen misafirlerin mangal yapabilmesi için çardaklar yapmayı ihmal etmemişler. Su üzerinde pedallı yunuslarla ücreti mukabilinde gezilebiliyor ayrıca. Gölün etrafında dolandıktan sonra hararetimden eser kalmadı. Şaşkınlık ve memnuniyet terkibinden oluşan hoş bir duygu ile oradan ayrıldım. Ardından Darende’ye uğradık. Burayı sevgili hocam Aydın Gülan’dan duyduktan sonra çok merak etmiştim. En çok da külliyeyi merak ediyordum. Görünce hayran kaldım. Sadeliğin ihtişamı ile bir kez daha hemhal oldum. Selçuklu mimarisi günümüzde ancak böyle yaşatılabilirdi. Külliye çıkışında küçük bir çarşı mevcut. Tohma çayının üzerine bir köprü yapılmış. Oradan, hemen 10-15 adım ilerideki yemek yeme mekânlarına gidilebiliyor. Buraya ait ufak, yuvarlak özel bir ekmek de mevcut. Caminin içine girmeden edemedim. İçerisi çok temiz ve insana esenlik veren bir görüntüsü vardı. Türbe yapılırken suni yapılarla doğal yapılar birbiriyle kavga ettirilmemiş. Çok hoşuma gitti. Her yerde bir çeşme veya oluk görmeniz mümkün. Darende’nin Malatya’dan bağımsız olarak oluşan özel bir yaşam alanı olduğunu söyleyebilirim.
Mardin’den önce Darende’den sonra Malatya’nın lezzetlerinden biraz bahsetmeliyim. Malatya’nın rağbet gören muhitlerinden biri olan Kanalboyu’nda Ağustos Böcekleri’nin senfonisi eşliğinde biraz zaman geçirdikten sonra Malatyalı dostlarımızın tavsiyesi üzerine Battalgazi Otağı adlı mekâna gittik. Burası eski Malatya’da iki sene evvel açılmış. Sahibi Ali Karakaş Beyefendi. Bendeniz kiraz yaprağı sarmasını çok duymakla birlikte hiç tatmamıştım. Keza Malatya usulü etli kömbeyi de öyle. Bu mekânı tercih etmemin sebebi Malatya mutfağının seçme lezzetleriydi. Kiraz yaprağı sarması, kömbe, içli köfte, analıkızlı yemeği ve acılı ayran lezzetlerini deneyecektim. Siparişlerden önce mezeler ve normal ayran getirildi. Merakla siparişlerimin gelmesini bekliyordum. Derken siparişler masamıza geldi. İlk olarak kiraz yaprağı sarmasından tattım. Mest oldum. Üzüm yaprağı sarmasının abartıldığına kanaat getirdim. Bu kadar leziz bir sarmayı ilk defa yiyordum. Ardından kömbeden tattım. O an Kayseri’nin üzerimizde bıraktığı olumsuz tesir silindi gitti. İçli köfte muhteşemdi. Analıkızlı yemeği de ne kadar övülse azdı. Acılı ayran İstanbul’da tattığımdan çok daha iyiydi. Garsona yemekleri kimin yaptığını elini öpmemin mümkün olup olmadığını sordum. Meğer yemekleri mekân sahibinin eşi hanımefendi yapıyormuş. Hürmetlerimi ilettim. Yemekten sonra bir süre şaşkınlıktan bir şey konuşamadım. Zira bu kadar güzel bir mutfağa sahip olan Malatya neden mutfağını tanıtma ihtiyacı duymamış, anlamak zordu. Hesabı ödemeye gittiğimizde tadı nispetinde bir fiyatla karşılaşırız sanmıştım ama her şey porsiyon büyüklüğüne göre ucuzdu. Lokantanın sahibi ile hasbihal etme imkânım oldu. Kendisi kelimenin tam manasıyla tevazu ehli güzel bir insan. Eşi hanımefendi de öyleydi. Bize çok ilgi gösterdiler. Malatya’dan kelimenin tam manasıyla mesut şekilde ayrıldık.
Güzelliğin şaşaadan uzak, zarif cinsine ise Mardin’de rastladım. Hele eski Mardin’in gözbebeklerimi avuçlarının içine alıp okşayışını unutabilir miyim bilmiyorum. Soluk sarı taşlara şekil vererek bir şehir inşa etmişler. Mezopotamya’nın Afrodit’i böylece ortaya çıkmış. Eski Mardin’e nâzır bir tepeye çıkıp bir bardak su içtiğinizde suyun renginin sarardığını ve hatta bardaktaki suyun kakule şerbetine dönüştüğünü sanabilirsiniz. Sanki Mardin her sabah güneş sarısına boyanıp akşamları yüzü siyaha dönük kahverengi bir çehreye bürünüyor. Artık Mardin denilince aklıma eşsiz taş işçiliği ve konaklarının zarafeti gelecek. Dar sokaklarda yürürken farklı anadillerde konuşan, farklı dinlere mensup kişilerin huzur içinde yaşamasının hayal olmadığını düşündüm. Bir kültür mozaiği olan bu şehir nasıl bir anda böylesine sevdirdi kendini anlayamadım. Gündüz vakti bereketin simgesi Mezopotamya ovasına şöyle bir baktım. Gözüme çok heybetli gözüktü. Akşam güneş battıktan biraz sonra izlediğimde ovanın, sekinete ermiş engin bir deniz olduğu izlenimine kapıldım. Anlatılmaz yaşanır cümlesi benim için hiç bu kadar gerçekçi olmamıştı.
Mardin, Süryani Arap mutfağını denemek için en uygun şehir. Murat Cercis Konağı’nın bu konuda methedildiğini öğrenmiştim. Kendimi oraya atınca ilk saniyelerde buna değeceğini hissettim. Konak, 1888 yılında Ermeni bir mimar tarafından yapılmış. Terası muhteşemdi. Yöresel yemekler dışında klasik tatlar da vardı ama onlara iltifat etmeyerek Süryani yemeklerini tercih edecektim. Dobo, KitelRaha ve sumak şerbeti söyledim. Bu mutfaktan ilk kez bir şeyler yiyecektim. Açıkçası karşımıza ne geleceğini bilmediğim için sürekli garsonların bizim masamıza yönelip yönelmediğini kolluyordum. Dobo kuzu kolundan yapılan bir yemek. Kitel Raha Süryanilerin sacda yapılan içli köftesi. Hatay mutfağından Oruk’u andırıyor. Sumak şerbeti, sumak ve çeşitli doğal ürünlerin terkibinden oluşuyor. Dobo’nun yanında getirilen pilavda kuyruk yağını ilk lokmada fark ettim. Çok güzel bir deneyim oldu. Kitel Raha lokum köfte manasına geliyor. Sumak şerbetinin sudan sonra içtiğim en mükemmel içecek olduğunu söyleyebilirim. Midemde yer ve biraz daha zamanım olsaydı bütün Süryani yemeklerini tadardım. Süryani mutfağı artık benim için çok özel bir yere sahip. Garsonlardan Mehmet Ali Tamur beyefendi bizle ziyadesiyle ilgilendi. Yemekten sonra gülabdan içinde gül suyu getirdi. Elimizi, yüzümüzü bu sayede masadan kalkmadan yıkayabildik. Hem yemekler hem de hizmet harikulade idi. Ama Süryani mutfağı için şu uyarıyı yapmakta fayda var. Küçükbaş hayvan özellikle de koyun eti kullanılıyor. Bir hayvanın kuyruk yağından kemiğine kadar neredeyse her şeyi azami verimle kullanılıyor. Kuyruk yağı sevmeyen ya da eti yağsız sevenlerin hoşuna gitmeyebilir. Mardin’de ünlü kahveci Artuk Bey’e uğradık. Dibek kahvesi ve badem şekeri aldık. İkisinin iyi bir ikili olduğunu söyleyebilirim. Mardin çok değerli ama değeri yeteri kadar bilinmeyen bir şehir. Temennim TOKİ’nin bu şehirden uzak durması ve kentin doğal dokusunun muhafaza edilmesi.
Oradan ayrıldıktan sonra Mardin ne zaman gönlüme düşse gayriihtiyarî olarak şöyle mırıldanıyorum: Ah Mardin! Sen Afrodit kadar güzelsin.
Muhammed Furkan Kâhya
1 Yorum