Düşüme Yaslanan O Ağda

bir.

Atımdan indim, büyük dağa yaslanmış bozkırın ortasında tipiden ve yağmurdan kaçarak geçtiğim limanı ayaklarımla sürüyerek bir çöle taşıdım. Artık her çölüme bir deniz getirmenin haklı sevincini göğsümde muska diye taşıyordum.

Üzerinde martıların izi kalmış bir resim defterine, kendi acılarının payandasında kaç mil çekilmiş göz düştü anlayamadım.

Bir kor beklettim avuçlarımda, rüzgâr estikçe harlandı alevi, için için tutuşarak delip geçti avuçlarımı, bir çocuğa selam verdim, hayallerini sundu bana, gözleriyle ceylanları suya çağırışının sesini dinletti bana, umudumu yeşertti ansızın, yeşillendi etrafım, boyasıyla boyadı dünyamı, çocuk dedim, sen çocuktun. O çocuğun hüznü ve sevinci doruğunda bir dünyayı kalbimin ortasına yerleştirmesini izliyorum.

Çocuğun gözlerinden tutundum dünyaya ve varım dedim. Üzerimizde savaşlar yapılan bir meydana büründüm. Büyük cenklerde kolkola girdiğimiz rüzgâr ve toprağa karşı durdum, dedim ki çocuk, sen bu ağrının sebebini daha öğrenmedin, büyüklerin bazen muhtelif ağrıları olur, bu ağrılar dünyaya karşı durmanın verdiği çeşitli eza ve cefanın, yenilmişliğin nişanesidir. Kim daha çok yenilmişse ağrısı o kadar fazladır.

iki.

Büyüdük birlikte. Büyümeye and içmiş adamlar gibi. Büyüyerek yalanlar uyduran insanlık çağında kendi doğrusunu muhafaza etmek için rüyalara dalan adamlar gördük.

Attan inmiştim. Elimde hâlâ yuları, gemlediğim dizlerime derman aramak için tuz gölüne daldırdığım ayaklarım ve acıklı bir türküyü ıslıkla söyleme çabası içerisinde rüzgâra karşı yürüyordum. Saçlarımda morarmış bir gece, yenildiğim gündüzlerin kalıntısı. Israrla dilime kondurduğum dua ve sevinç. Yarın için beklettiğim hayallerim.

Hayallerim ağa dolandıkça o gece ağrısı, o perçinleşmiş lehçem, gölgemle savaşımın ertesinde ellerime birikenler… Ellerimde savaş kalıntıları, kendisiyle barışık olmayan ve hiç de uzlaşmaya yanaşmayan kibirli saçlarım… Dolanıp ağrıma, yaslanıyorum duvara.

Duvar. Kalıntılarında taşlaşan gölgemi barındırıyor. Bir taşa söylüyorum, üzerindeki kin ve kan neyin sisi. Sen bu savaşın ertesinde, düşüme yasladığım o ağda, kendi kabahatinin sessizliğini yaşıyorsun.

Hiç oralı olmadan buraya doğru ayıklıyorum adımlarımı. Yürümenin cesaret veren bir hali var. Kendine yeten insan, yürümesini bilendir çünkü. Çünkü kendisine yeten insanlar genellikle yürür. Bunun hangi filmden bir sahne olduğunu kestiremeden, yürümeyi seçiyorum kendi içerimden.

üç.

Sokağın girdabında kaybolan nefesimi parçalayan rüzgâr, bununla kuşları besliyor olmalı. Ellerim tütün kokar diye tutuyorum çiçekleri, çünkü ağzımdaki şarkının hangi nakaratta patladığını kestiremedim.

Düşüme yaslandım ve giderken o “görünmez şehirlere” üzerime bulaşmış çöl kumuyla denizin iyotunu, bir de uyurken gülümseyen, rüyasına melekler uğramış çocuğun gözleri…

 

Bilal Can

 

(Mavi Yeşil Dergisi, 116. Sayı)

 

Fotoğraf: Dursun Çiçek

 

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Ahmet Hamdi , 21/08/2019

    Artık aşikar olmuştur ki Türk şiiri bundan sonra, Bilal Can lirizmi ile Sulhi Ceylan romantizmi arasındaki kavgadan neş’et edecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir