İki tarafı ağaçlarla dolu toprak bir yoldan yürüyorum. Arkamda, dağınık ve seri adımlarla ilerlemekte olan bir kalabalık dikkatimi çekiyor. Aynı tarzda kıyafetler giyinmiş bu insanların arasında, bazı yüzlerin tanıdık gelmesine şaşırıyorum. Birbiri ardınca gelişigüzel sıralanmış kalabalığın yüzündeki tebessüm ve heyecanlı ruh hali beni de içine alıyor. Ve olabildiğince uzayan bu yemyeşil, huzur dolu yolda ilerliyorum.
Elimdeki şekilsiz değneğin ucunda bir bayrağın asılı olduğunu görünce şaşırıp, duraksıyorum. ‘Neredeyim, bu asayı elime kim verdi ve ben neden bu kadar heyecanlıyım?’ Ben duraksayınca arkamdaki kalabalığın da durup pür dikkat beni izlediğini fark edince anlıyorum; kalabalığa emirlik eden, benim. Nereye gideceğimi bilmiyorum ama bu yolda yürümenin bana verdiği hazzı sonuna kadar yaşamak istiyorum. Heyecandan içime ılık ılık akan bir hissin etkisiyle, yolun sonsuza kadar devam etmesini isteyecek kadar mutluyum. Yolun güzelliği beni büyüleyip içine alırken, bir şevkle elimdeki asayı havaya kaldırıp daha önce hiç duymadığım bir dilde sloganlar atıyorum. Arkamdaki kalabalığın hemen karşılık vermesinden etkilenerek, aynı cümleleri tekrarlayıp duruyorum.
Ağaçlı yol bitip, derin bir vadinin ucuna gelince yavaşlıyorum. Vadinin içine kurulmuş sade ve çatısı olmayan bir binaya giden patika yoldan tek sıra halinde ilerliyoruz. Kalabalığın coşkusu ve benim içimde dolanan coşku en uç noktada… Bir okulu andıran bu yapının açık olan demir kapısının önüne geçip, arkamdaki kalabalığı sırayla içeriye alıyorum. İçeride parlak yüzlü, uzun boylu iki adam var. Adamlardan biri kapısı açık olan odanın önünde gelenleri içeriye alırken, diğeri kapısı kapalı odanın önünde olanları izliyor. Ben, son kişiyi de geçirdikten sonra açık kapıya doğru yöneliyorum. İçeriye girmeme bir adım varken kapının birden kapanmasıyla duraksıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Biraz ötede duran adam, kapalı olan kapıyı açarak bana sesleniyor:
‘Sen o kapıdan değil, bu kapıdan gireceksin.’
Vücudumun her noktasında hissettiğim mutluluk en doruk noktasındayken açık kapıdan giriyorum…
(…)
Alarm çalıyor.
Uyanıyorum.
Ama öyle irkilerek, kan ter içinde kalarak değil, yüzümde bir tebessüm ve sıcaklığını hâlâ içimde hissettiğim bir mutlulukla. Tekrar uyuyup, rüyanın devam etmesini diliyorum. Yıllardır rüya göremeyen biri olarak her anını tek tek hatırladığım bu güzel rüyanın devam etmesini istemek, benim gibi uzun zamandır mutsuz biri için elbette çok büyük bir şey. Mutsuzluğun üzerime yapıştığı andan bu güne kadar artarak devam eden bu durum, uykularımı dinlenmeden çok bir eziyete döndürmüştü. Yatağa yatar yatmaz hücum eden düşüncelerin ve zihnimde feveran eden yüzlerce sesin altında ezilirken, yorgunluktan bitap düşen bedenim birkaç saatlik uykuyu bile kendine kâr saymaya alışmıştı. Uzun zamandır devam eden bu halin ortasında huzur dolu bir rüya görmek, hayatımın şu evresinde bana verilebilecek en güzel hediye.
Bu mutluluğun etkisiyle her çatlağını ezbere bildiğim nefret dolu duvarlara bile sevgiyle bakıyorum. ‘Şükür…’ diyorum, ellerimi kaldırıp derin ve içten bir şükür.
Bugün işe gitmeyeceğim, bu güzel anın tüm günüme sirayet etmesi için her şeyi yapacağım. Kahvaltıyı dışarda yapıp, şehrin daha önce uğramadığım sokaklarını gezeceğim. Belki zihnim biraz olsun bu güzel anın etkisiyle dağılır ve ben mutluluğu tüm gün içimde hissederim.
Hazırlanıp çıkarken bile içimdeki heyecanın azalıp zihnime ur gibi yapışan seslerin beni yoklamaya başladığını hissedebiliyorum.
Ama ‘olsun!’ diyorum bugün benim günüm. Uzun zamandır ilk defa bugün; benim günüm. Keyifle içilen birkaç çaydan sonra beni, bana hatırlatan ne kadar şey varsa onları unutmak adına önüme çıkan ilk sokaktan içeriye giriyorum.
Ahşap evlerin arasında, esen serin bir rüzgârın sakinliğinde ilerliyorum. Ara ara önüme çıkan dükkânların kepenk sesleri ve camı buğulanmış çay ocağının fokurtusu arasında Kalaycılar Sokağına dalıyorum. İnsanların ve seslerin arttığı bu sokakta ilerlerken insanların kendilerini meşgul edecek bir işe sahip olması ne kadar güzel bir şey diye düşünüyorum. Kendilerinden kaçabildikleri, unutabildikleri bir iş… Ben her zerremi sarmış mutsuzluk bulamacında yaptığım işin mutsuzluğumu artırmasından başka bir kazanç elde edemiyorum.
Kalaycılar sokağının hemen bitişiğindeki daha geniş ve ışıltılı dükkânların olduğu bir sokağa sapıyorum; Melekgirmez sokak.
‘Nasıl yani; ne tuhaf isim!’
Sokakta ilerlerken ışıkların ve rengârenk tabelaların süslediği mağazalar, dükkânlar karşılıyor beni. Her dükkânın içinde veya önünde duran şık giyimli, her hareketlerinde mutluluk akan bu insanların arasında yürürken ayaklarımın ağırlaştığını ve içimde ürperen bir şeylerin yavaş yavaş zihnime hücum ettiğini hissedebiliyorum.
‘Bu insanlar neden ve nasıl bu kadar mutlu?’
Yıllardır dört duvar arasında büyüttüğüm mutsuzluğum göğsüme yumruk indirirken, bir çıkış yolu bulma umuduyla kara düşüncelerle boğuşurken; ben de mutluluğu aramadım mı? Onca zamandır aradığım mutluluk, bana bir kaç sokak mı uzaktaydı?
Enerjim tükenmiş ve yeniden takıntılı o ruh haline dönmüştüm. Mutluluğu bir mabette, bir türbede olmadı bir kabristandaki mezar taşına yaslanırken bulabilirdim ama burası…
‘Neden?’
Ayaklarımdaki güç birden çekilince önüme çıkan bir çeşmenin yanına çömelip oturuyorum. Zihnimde yeterince yüksek frekansta olan sesler, yüzlerce sese bölünerek ensemde fısıldamaya başlıyor. Sorgulamalar, nedenler, niçinler… Çeşmeden akan suyun altına kafamı sokuyorum. Alnımdaki yangını sönmüyor…
Çıkmalıyım buradan.
Taş bir binanın yanında bulunan dar bir yol dikkatimi çekiyor, oraya doğru yürüyorum. Karanlık ve tek kişinin zor yürüyeceği bu yolun sonunda, ahşap kapılı bir dükkânın önünde soluklanıyorum. Sokağın sonundaki dükkânın çürümüş ahşap çerçevelerine asılmış silik levhaya takılıyor gözlerim;
‘Mutsuzlar Şifâhânesi’.
Loş ışık altında eski bir masanın arkasında oturan adam bana bakıyor. İçeride, demir raflarda sıralanmış küçük sandıklar var. Kapıyı arıyorum, bulamıyorum. Bulduğum bir kapıyı zorlarken adam yerinden kalkıp bana doğru geliyor:
‘Sen o kapıdan değil, bu kapıdan gireceksin.’
Ahşap kapı gıcırdayarak açılırken, ben içeriye giriyorum.
‘Selamun aleyküm’
‘Aleykum selam, hoş geldin, geç otur’
On metrekareyi geçmeyen küçücük dükkânda demir raflara nizami dizilmiş küçük sandıklar, masa ve sandalyeden başka bir şey yok. Dükkânın her tarafını sarmış tozların ve tek bir ampulle aydınlanan ışığın altında ilerlerken, işlemeli her sandığın altında bir etiketin olduğunu fark ediyorum. Adamın oturduğu masanın karşısındaki sandalyeye geçip, oturuyorum. Konuşmuyor, hafif bir tebessümle gözlerimin içine bakıyor.
‘Bu sandıkların içinde ne var? Siz ne satıyorsunuz?’
‘Bir şey satmıyorum; bir nevi emanetçiyim, insanların emanetlerini saklıyorum’
‘Sandıklar emanet için çok küçük değil mi?’
‘Sakladığım şeyler için yeterli’
Dükkânın içine göz gezdiriyorum. Yan raflara dizilmiş sandıklarda çeşitli etiketler varken adamın arkasındaki rafta bulunan sandıklarda herhangi bir şey yazmıyor. Dükkânın içindeki sakinlik iyi geliyor. Yeterince gizemli ve uhrevi ortamın içinde son derece sade giyinmiş orta yaşlardaki bu adam, mekânın ruhuna en uymayan şey sanki. Ama yüzündeki olgun ifadeler bir sır taşıyor gibi.
‘Peki, ne saklıyorsunuz?’
‘İnsanların kurtulmak istedikleri şeyleri’
‘Nasıl yani?’
‘Mesela seni buraya getiren şeyi.’
İrkiliyorum.
‘Her insanın kurtulmak istediği bir sıkıntısı vardır. Ben o sıkıntıyı alıp bu kutularda saklıyorum ve o sıkıntıya iyi gelecek bir sır veriyorum.’
‘Peki, karşılığında ne istiyorsunuz?’
Tebessüm ediyor.
‘İyi olmasını… ’
‘Benim sıkıntılarıma iyi gelecek sır nedir peki?’
Kalkıp arkasında bulunan kutulardan birini alıyor ve tekrar yerine oturuyor. Kutunun üstündeki tozları elleriyle silip önüme koyuyor. Kalbimin biraz altında başlayan sızı daha önce hiç tatmadığım bir acıyla bedenime yayılırken gözlerimden akan yaşlara hâkim olamıyorum. Rüyanın devamı canlanıyor gözümde;
“‘…açılan kapının ardında beni karşılayan uçsuz bucaksız bir denizin içine doğru yürüyorum. Ayaklarım bileklerine kadar denize girmişken bir şey bulma umuduyla etrafıma bakınıyorum. Biraz ileride bir başka kapının olduğunu fark ediyorum. Kapıyı açtığımda karşıma çıkan adam elinde bir şey sallayarak bana sesleniyor; ‘Yedi yıl sonra aradığına ulaşacaksın. Yedi yıl…’”
Kutunun içindeki alıp göğsüme bastırıyorum. Öpüp, kokluyorum. Adama teşekkür edip, kapıya yöneliyorum. Arkamdan sesleniyor;
‘Unutma, yedi yıl devam edeceksin.’
Enes Can