Uykunun en tatlı anında sıcak yatağı bırakıp, uyanmak ne de zor! Hele de kış aylarında bir türlü ısınmayan evin kör olası odasında. Evi ısıtmak için denemediğim hiçbir şey kalmadı ama bir türlü ısınmıyor. Soğuğu bir yana evi de baya uzakta tutmuşuz, onca yolu kör gecenin içinde yürümek iyiden iyiye yoruyor insanı. Babam, ‘tanıdığın evi, yabancılık çekmezsin hem aklımız da sen de kalmaz’, diye diretti köyden Nazım’ın büyük oğlu, Kemal’in evini tutalım diye. Tuttuk tutmasına da her gece bu kadar yolu yürümek için erken kalkmak zorunda kalıyorum. Yetmezmiş gibi kara kışın içinde, izbe sokakların arasından camiye sağ salim varana kadar bin bir dua ede ede gidiyorum.
Bir de yol boyu her yer köpek… Her biri bir köşeye sinmiş, nerden çıkacaklarını kestirmek de hayli zor. Geçen gün sabah ezanına yetişeyim diye hızlı adımlarla giderken iki tanesi önümü kesti, paçayı zor kurtardım. Kaçacak yer de yok ki, iki binanın arasında sıkışıp kaldım. Yaramazlar da neye bilendiyse ne olduğunu anlamadan üzerime doğru koşmaya başladılar. Baktım, kaçsam gidecek yer yok, ben de yanımdaki binanın duvarına yaslanıp gözlerimi kapadım. Hemen Ayetel Kürsi’yi okumak geldi aklıma, okur okumaz durdu köpekler. Çok şükür Allah’a, sağ salim vardık camiye de artık elimde sopa, dilimde Ayetel Kürsi her gece aynı macera.
Beş ay oldu bu camiye tayinimin çıkalı. Ondan önce çeşitli yerlerde kısa süreli görevler yapsam da en azından artık düzen kurabileceğim bir yere atanmış oldum. Küçük bir mahalle camisi, cemaati de sınırlı ve çoğu birbirini tanıyor. Beni de epey sevdiler. Bizim camiada cemaat ile iletişim çok önemli, aranız bozuk oldu mu ya onlar camiye gelmez ya da siz o camiden gidersiniz. Allah’tan bir sıkıntı yok da geçinip gidiyoruz. Benim camiyle tanışıklığım çocukluğumda başladı. Evimden çok camide zaman geçirdim desem yalan olmaz. Babam, amcam imam; onun da öncesi var dedem büyük âlim, sevilen bir zatmış. Ailenin ilk erkek çocuğu da ben olunca üzerime çok titremişler, yanlarından ayırmamışlar. Akranlarım sokaklarda koşuştururken ben zamanımın çoğunu caminin şadırvanında ve yeşil halıların üzerinde geçirdim. Babam -sağ olsun- benimle hep özel olarak ilgilendi. Küçük yaşlarda Kur’an-ı Kerim okumayı öğretti, çoğu sûre ve duayı erken yaşlarda ezberledim.
Babamın küçük yaşlarda verdiği eğitimlerden dolayı okul derslerine çok çalışmasam da başarılı bir öğrenciydim. Hocalarımın babama yaptığı özel ısrarlar sonucu kazandığım liseye gönderilmiştim. Babamın, benim için kurduğu hayali bu olmasa da istikbalimi düşünüp yollamıştı. Ne olduysa da orada oldu işte. Çünkü ‘O’ da o sınıftaydı ve çok güzeldi.
İşte ben şu vakitlerde sıcacık yatağımı bırakıp, kuru ayazda uzun sokakları yürüyerek camiye doğru giderken, en çok da onu düşünüyorum; bir ihtimal daha var mıydı diye. İhtimalleri ve ihtimalsizliği yaratan Allah’ım ufak bir kapı açsaydı belki de başka bir yerde, başka bir hayatı yaşıyordum. Ama ihtimaller de kaderin bir kavşağı, ben o kavşağın sağından yürüdüm, o sol tarafı seçti. Düşünüyorum bunca yıl sonra, olmayacak bir hayalin peşinden yıllarımı nasıl da heba etmişim! Kızıyorum, çok kızıyorum önce kendime en çok da ona. Ben; sevmek ve sevilmenin helal mi haram mı olduğuyla meşgul olan, daha çocuk yaşta annemle görücü usulüyle evlenmiş bir imamın oğluyum. Periyodik cetvelden önce otuz iki farzı, felsefeden önce kelamı, şiirden önce gazeli öğrenmiş, birinci bakıştan sonrası haramdır diye gözlerini hep korumuş; sürekli çift çizgili kumaş pantolon ve üstüne gömlek giymiş bir köylü çocuğuyum. Kestiremedim sonunu, bu kadar acıtabileceğine düşünemedim.
O da tahmin etmiyordu, belki de sıradan bir sevdadır diye düşünüyordu. Ama anasının saçlarını uyurken bile açık şekilde görmemiş bir çocuk için sevda demek, çok büyük bir şey demekti. O saçları bir ömür urgan diye boynunda taşımak demekti. Yıllarca yankısı devam eden bir ah demekti. O, bir sebeple bırakıp gidince beni; ben de duramadım oralarda, bıraktım okulu. Kendimi ait hissetmediğim o yerde beni okula, hayata ve dahi birçok şeye bağlayan güç onun gücüydü. Onu kaybedince, kazanacağım diğer şeylerin hiçbir değeri kalmamıştı. Kalbimde durmadan yankılan o ahı susturmaya çalıştım. Allah’la, onun yüzünden açılan arama utancımdan tekrar bir adım atamadım uzun zaman. Bir odanın içinde sadece uyumak istedim; susmak ve uyumak. Anam garibim, çok üzüldü bu duruma. Neden olduğunu biliyordu ama sormuyordu. Bazı şeylerin kelimelerle anlatılması bile ayıptı belki de, o da sustu. Sevdiğim yemekleri yaptı, gizli gizli ağladı, bol bol dua etti. Ama o da biliyordu yara kabuk bağlayana kadar beklemek gerekecek.
Babam bile halime içerlemiş sabah namazı için kaldırmaya gelmiyor, kapı arkasından türlü sesler çıkartarak uyandırmaya çalışıyordu. Ben o süre zarfında Allah’ın; ezberlerle, babamın anlattıklarıyla, camide ve Kur’an kursunda öğrendiğim bilgilerle gerçek manasıyla bilinemeyeceğini fark ettim. Allah’ı sevmek ancak birini çok sevmekle anlaşılıyormuş. O odadan çıktığımda Allah’ın gönlümde kapanmayacak o noktaya sürdüğü merhemin etkisi uzun bir süre iyi geldi bana. Ama sonra tekrar ve tekrar devam eden inişler, çıkışlar… Onu hatırlatan ne varsa kanattı, tüketti enerjimi; ben yine Allah’a sığındım. Babam başlarda rahat bıraksa da çok üzülmüş en azından zihnim dağılır diye imamlık yaptığı camiye beni tekrar götürmeye, ezanı bana okutmaya başlatmıştı. Allah var iyi geliyordu, özellikle yatsı ezanındaki o hicaz makamı… Hicaz makamı derindir, nağmelidir, çığlık gibidir. Dinginlik verir, söyleyemediğim ne varsa sanki söz olmuş da onun kapısına çarpıyor gibi… Anlatamadığım, kelimelere döküp sayamadığım ne varsa ben o ezanlarla seslendim ona ama o, duymadı. Olsun duysaydı zaten ben bu kadar güzel Allah diyemezdim.
Şimdi iyiyim. Ev soğuk, camii uzak olsa da yapmayı en iyi bildiğim şeyi yapıyorum. Hem bu seferki farklı bir şehir, farklı bir camii ve sabah ezanı… Sabâ makamı uyanıştır, yeniden diriliştir, güç kuvvet verir. Artık duymasa da olur.
Enes Can
2 Yorum