Küçük pencerenin çatlak camından ufak ufak içeriye sızan yağmur, baharın ilk damlalarıydı. Ilık damlaların cama her dokunduğunda çıkardığı hafif tıkırtı sesleri, onun hırıltılı soluğuna ayak uydurmuş gibiydi. Kirpikleri birbirine öyle kenetliydi ki göz kapakları demir kepenkler kadar ağırdı. Bedeninde aniden beliren her histerik titremede kirpiklerinden damlalar süzülüyordu yanaklarına. Bu halini bir gören olsaydı eğer, alevler içinde kavrulduğuna şahitlik ederdi. Gözlerini açmaya gayret ettiyse de bir türlü muktedir olamadı. Her denemesinde yumruklarını daha sert sıkmaya başladı. Dişlerini daha çok birbirine geçirdi. Ağzından yayılan gıcırtılar beyninde tarifsiz bir zonklamaya sebep oluyordu. Tükürüğünde toplanan ter ve gözyaşının tuza benzer tadı tüm çene kasını geriyor, yanaklarını kaskatı hale sokuyordu. Şakaklarındaki damarlara sanki acı bir zehir pompalanıyormuş gibi her bir vuruşta başında akıl almaz ağrılar hissediyordu. Normal hız değerini çoktan aşan soluğu hırıltılı seslerle göğsünün yukarı aşağı daha hızlı inip çıkmasına sebep oluyordu. Bir türlü yapamıyordu işte; bir türlü şu iki gözünü açıp da karşısındakine bakamıyordu. Onunla yüzleşemiyordu. Gözlerini açabilseydi… Bir kez dahi açabilseydi eğer… Karşısında dimdik duran şu adama iki çift lafı vardı. Fakat iki çift kelam edecek kadar bile derman bulamıyordu dudaklarında. Ah bir göz göze gelebilseydi şununla… Dişlerini ayırıp dilinden dökülecekleri duyabilseydi şunun minyon kulakları… Belki de… Belki de kolunda birazcık kuvvet bulabilseydi, onun bu sözlerini dinlemesine fırsat vermeden sağ yumruğunu üst dudağı ile burnu arasına kondurabilirdi. Hayatında huzurla dönen çarka çomak sıkıştıran şu adamdan nefret ettiği kadar kimseden nefret etmiyordu.
Beş dakika olmuştu karşısına geçeli. Ama yıllardır beraberdi onunla. O beş dakika kim bilir kaç yıl daha eklemişti o yıllara. Tişörtünün yaka düğmelerini tek tek yerinden söken bir hareketle tişörtünü çıkartıp fırlatması bir olmuştu. Düğmeler tane tane yere savrulmuştu. Askılı, beyaz atletini ortadan ikiye ayırması, bu haldeki bir insan için çocuk oyuncağıydı. Onu da yırtıp fırlatmıştı odanın bir köşesine. Ne yapacağını bilememişti. Odanın içinde volta atmış, burnundan soluya soluya anlamsız şeyler mırıldanmıştı. O adama karşı beslediği öfke gün yüzüne çıkmıştı bir anda. Adamsa şu kapının ardında duruyordu işte. Neden sonra gözlerini olanca gücüyle kapatıp tüm cesaretiyle girivermişti o kapıdan içeri. İçeriye adımını atar atmaz nemli ve rutubetli bir hava yüzüne vurmuştu. Ayakları, fayans zemin üzerinde biriken suda yüze yüze ilerlemişti. İçerideki ışığın göz kapaklarının üzerinden hafif hafif aydınlık verdiğini hissetmişti bir an. İçinde kopan fırtınalar artık sinesini parçalamaktan vazgeçip dışına vurmuş, vücudu sırılsıklam ter olmuştu. Son kozunu oynayacak volkanı patlamış, etrafını küle çevirmeye başlamıştı yavaş yavaş. Ancak o bunun farkında değildi. O hiçbir şeyin farkında değildi. Fakat karşısında duran adam her şeyin gayet farkındaydı.
Yağmur şiddetini epeyce artırmıştı. Çatlak camdan içeriye sızan yağmur damlaları zemini ufak bir havuza çevirmişti. O buna aldırış etmeden önüne kadar gidip dikilmişti karşısına. Gözleri hâlâ kapalıydı. Öz güvenini yitirmiş, cesaretini bir yerlerde unutmuş çıt çıkaramıyordu.
İşte o an bir şey oldu. Dışarıdan bir ses… Kulakları sağır edercesine bir ses duyuldu. Ses belli bir yerden gelmiyordu. Tüm göğü kaplayan bir sesti bu. Gök olanca kuvvetiyle gürlemişti. O anda gözlerini insan üstü bir gayretle açıverdi. Bedeni ürktü. Gözbebekleri bir hayli küçüldü. Başta tam seçemedi karşısında duranı. Sonra adamın gözlerini daha net görünce tekrardan gök gürledi. Art arda şimşekler çaktı. Gök ile yeryüzü arasında bir çığırtıydı sanki bu. Gözleri fal taşı gibi açılan adamın titremesi bir anlığına durdu. Ağzındaki prangalardan kurtuldu ve tüm gücüyle yırtıcı bir hayvan kükremesi gibi peş peşe sayhalar attı. Bu sefer sağ yumruğu daha da sertleşmişti. Kaldırdı havaya yumruğunu… İyice gerdi kolunu… Tam da üst dudağı ile burnu arasına indirdi adamın…
Derin bir nefes alıp vermenin tam zamanı artık diye düşündü. Bir vakit sessizce nefes aldı. Sonra sağ elinin üzerinde hafif bir sıcaklık hissetti. Bu sıcaklık tüm bedenine yavaş yavaş yayılıyordu. Sağ elini yavaşça kaldırdı ve baktı. Gördüğü manzara karşısında şaşakaldı. Hedefini net bir şekilde belirledikten sonra yumruğunu salladığında gözlerini bir anlığına yine kapatmıştı. Kafasını kaldırdı. Aynadaki çatlak üzerinde kan lekesini görünce şaşkınlığı elinden bedenine oradan da beynine yayılan sıcaklıkla karıştı. Ayaklarının bağları çözüldü. Fayans zemin üzerine düşüverdi. Zihni hâlâ açıktı. Bayılmamıştı. Sadece düşmüştü. Büyük bir yenilgiye uğramıştı. Kaybetmişti. Kıs kıs gülen bir adam vardı odada. Yerde yatıyordu. Kıs kıs gülüyordu.
Bilal Bahadır Kuzucuk