Akşam namazını kılmış, kendime sessiz bir zaman dilimi ayırmış ve gözlerimi kapatıp ölümü düşünmeye başlamıştım. Ölümü düşündükçe, üzerime ölümün kokusu sindi. Ürperip gözlerimi açtım. Ellerim, ayaklarım, nefesim, terim ölüm kokuyordu. Ölümden yapılmış bir adamdım artık.
Endişeyle çalışma masama yöneldim. Yeni hikâyeme yeni cümleler ekleyip kendime gelebilir, oluşturduğum karakterlerle irtibat kurabilir, bu halimden bir nebze kurtulabilirdim. Defterime gayri ihtiyari ölmüş dedelerimin, nenelerimin, dayılarımın, eniştemin ve arkadaşlarımın ismini yazmaya başladım. Şaşkındım. Kitaplar, kalemler, kâğıtlar ve mürekkep ölüm kokuyordu. Alfabe dört harfe düşmüştü: Ö-L-Ü-M.
Telefonum çaldı. Melodisi ölüm marşıydı. Bu melanet marşı başımıza kim tebelleş etti bilmiyorum ama telefonumdan boğuk boğuk bu müziği dinliyordum.
– Alo, buyur Kadir.
– Nasılsın?
– Ölü gibiyim.
– Ne zaman seni arasam, telefonu başka birisi açacak ve “Yunus öldü!” diyecek ama her seferinde sen açıyorsun. Senin bu dünyanın mihnetinden kurtulduğunu görmeden ben öleceğim, deyip telefonu kapattı.
Üzerimdeki ölüm kokusunu odaya bırakıp babamların yanına indim. Annem ve babam televizyon seyrediyordu. Haberler dur durak bilmeden ölümlerden bahsediyordu. Selam verip usulca oturunca, babam yüzünde buruk bir tebessümle, “Babamın öldüğü yaşta ölürsem iki senem kaldı” dedi. Ölüme hazırlıklıydı sanki. Annem gülerek, “Benim annem daha uzun yaşadı. Senin hesabına göre on sekiz yılım var demektir” dedi. Sesi babamınki kadar buruk değildi.
Ölüm peşime takılmış bir avcı mıydı? Kaçıp kurtulmam imkânsız mıydı? Kapılar ardında da yakalar mıydı? Ölüm, her gün her ân bekliyor gibi yaptığımız şeyin adı mıydı? Bu soruların hamallığıyla odama dönüp sırtüstü yattım. Babamın ve dedemin yaşında öleceksem daha otuz senem vardı. Bu zaman zarfında beş roman yazabilir, Nobel’e aday olabilir, şöhretimi dünyaya duyurabilirdim. Önümde müreffeh yıllar vardı. Tam rahat bir nefes alacaktım ki, ayak parmaklarımın soğuduğunu hatta kaskatı kesildiğini hissettim. Boğazım kuruyor, susuzluktan içim çöle dönüyordu. Ruhum bedenimden çıkmak için debelenirken, aklım feryadı basıyordu. Hayır, ölen ben olamazdım, daha önümde annem vardı, babam vardı. Benden yarım asır fazla hayat sürmüş, ölmeyi değil, yaşamayı bile unutmuş akrabalarım vardı. Ölüm meleği ilk onları ziyaret etmeliydi. Şu duvardaki benden yaşlı saat bile hiç aksatmadan işine devam edecekti. Masanın üzerindeki sürahi, bardak bile benden daha uzun yaşayacaktı. Keşke biraz daha yaşasaydım da şu kurnaz ayna yüzümdeki kırışıklara kıs kıs gülseydi, tarağım, kel kel diye dalga geçseydi. Azrail’in elinde bir çiviye dönüşseydim de duvara çaksaydı beni. Yine de almasaydı canımı. Ömrüm boyunca şeyleşmekten korkan ben, şimdi eşyalara gıpta ediyordum.
Bacaklarım artık hareket edemez haldeydi. Gözlerimi kapıya diktim. Elinde bir bardak suyla ilk gelen babam oldu, ardından annem, karım, çocuklarım, kardeşlerim, dostlarım da geldi. Hepsinin elinde bir bardak su vardı. Yüzleri çirkinleşmiş, ruhları pörsümüş, kararmıştı. Odada kasvet ve kesif bir koku iç içeydi. Bu koku burnumun deliklerinden geçip beynimi yumruklarken, dünyanın bütün kakofonisine galip gelecek bir tıkırtı kulaklarımda raks etmeye başladı. Bu, mürşidimin bastonun sesiydi. Bu hengâmede ben onu unutmuştum ama o beni unutmamıştı. Büyük bir vakarla içeri girdi. Etten ve kemikten sıyrılmış, tamamen nura dönüşmüştü. Cübbesi buz mavisi değil, nur mavisiydi. Literatüre yeni bir renk katmıştı sanki. Köşedeki taburenin üzerine oturdu. Elini öpmek için kalkmaya çalıştım ama nafile. Mürşidim benimle hiç ilgilenmiyordu. Sanki sağında solunda birileri varmış da onlarla sohbet ediyordu.
Babam ve annem bardağı uzatıp tek doğrunun atalarının dini olduğunu söylüyordu. Karım, elindeki bardağı uzatırken, bu suyun ab-ı hayat olduğunu, içersem ölümsüzlüğe erişeceğimi müjdeliyordu. Kardeşlerim, çocuklarım bütün mal varlığını üzerime geçirmek ve ebedî hayatımı varlıklı, huzur içinde geçirmemi vaat ediyorlardı. Ne zaman büyük bir iştiyakla ellerindeki bardağı almaya teşebbüs etsem, mürşidimle göz kontağı kuruyor, âdeta müsaade istiyordum. Mürşidim ise, elindeki bastonuyla önce bardağa uzanan elime vuruyor, ardından da bardağa vurup kırıyordu. Bardaktaki billur gibi su yere dökülünce, necasete dönüşüyor, midemi bulunduracak kadar pis kokuyordu. Bardağı elinden düşenler ise, önce kapkara kesiliyor, sonra üzerine asit dökülmüş gibi eriyip kül oluyorlardı.
Odamda mürşidimle baş başa kalmıştım. İçimde ilk gençlik çağlarımın huzuru vardı. Yıllar sonra tekrar elini öpüp, kutlu nazarları altında huzurla ruhumu teslim edebilirdim. Lâkin hiç beklenmedik bir hadise meydana geldi. Kitaplar kütüphanemden bir bir kopup geliyor ve görünmez bir el tarafından mürşidimle arama tuğla örüyorlardı. Yazdığım kitapların sayfaları da harç olup bu duvarı sağlamlaştırıyordu. O duvardan bir kitabı çekip aldım ve okumaya başladım. Kitaba olan muhabbetim az önce yaşadıklarımı ve kitaptan duvarın ardındaki mürşidimi unutturmuştu. Başımı hafif kaldırdım. Mürşidim ayağa kalkmış, aramızdaki duvarı yıkıp bana doğru geliyordu. Elimdeki kitabın içine baktığımda, şeytan galip geleceğinden emin bir şekilde kitabın içine hamağını kurmuş, keyifle sallanıyor, sırayla babamın, annemin, karımın, çocuklarımın ve arkadaşlarımın suretine bürünüyor, benimle dalga geçiyordu. Şimdi anlıyordum ki bana suyu uzatanlar tanıdıklarım değil, melun şeytandı. Mürşidim elimdeki kitabı alıp sert bir şekilde kapattı. Şeytan öyle bir çığlık attı ki etrafımdaki bütün askerleri de büyük bir gürültüyle dökülmeye başladı. Ardından hepsi savaş meydanında yenilgiye uğramış askerler gibi arkalarına bile bakmadan kaçtılar.
Ayaklarımdaki soğukluk ellerime kadar çıkmıştı. Artık kollarımı da kullanamıyordum. Mürşidim elini kalbimin üzerine koydu ve “Allah de!” dedi. Ağzımdan çıkan o son kelimeyle birlikte ölüm meleği ruhumu alıp semaya doğru çıkarmaya başladı.
Celal Kuru
7 Yorum