“Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun”
sekiz yaşındaydım, belki dokuz. ondan büyük değildim. gözlerden ırak, hep bir kenarda, sessiz bir çocuktum. bir çocuktan uslu olmasının beklendiği bir yerdeydim. oyun oynuyordum, bazen arkadaşlarımla oynuyordum, okula gidiyor, okuldan dönüyor, çantamı eve bırakıp sokağa çıkıyor, akşam ezanında eve çağrılıyordum. ödevdi, yemekti derken uyuyordum. hayatın pek farkında değildim. ne olduğuyla ilgilenmiyordum. olanı yaşıyor, olmayanı aramıyordum. önüme konulanı yiyor, elimden alınana uzanmıyordum. bir kardeşim olsaydı onunla kavga ede ede belki istemeyi belki dövüşmeyi belki sıkılı bir yumruk olmayı öğrenirdim. ama öğrenemedim. buna fırsatım olmadı. çünkü ardında yeterince uslu bir çocuk, nispeten öfkeli bir eş bırakarak gitti annem. terk etti demek istemiyorum. bugün bile olanları düşünürken terk edilmiş olmakla yüzleşmek istemiyor, gitmesini daha anlaşılır ve kabul edilebilir buluyorum. sanki birilerini arkasında bırakmamış gibi oluyor öyle söylediğimizde. sanki bizi fark etseydi gitmezdi demiş gibi de oluyor. belki, neyse.
babamın sesine uyanmıştım o sabah. arada annemin adının da geçtiği bir şeyler söylüyordu. biraz susuyor, biraz konuşuyor, ses tonu yükselip alçalıyordu. yataktan kalkıp ayaklarım çıplak, gözümde çapak dolandım odaları. babam salondaydı, onun yanına girmemin yanlış olacağını düşündüm. hissî bir şeydi. mutfaktan balkona çıktım. başımı uzatıp köşedeki bakkalın kapısına baktım bir süre. ekmeği bazen annem alırdı. ama görünürde kimse yoktu. mutfağa döndüm, babamın yanına gitmek istemiyordum. sandalyeye oturup etrafımı izledim. duvardaki fotoğraflara baktım uzaktan. ben bir şey yerken, annem bana gülerken, ben babamın kucağındayken, boynumda sulukla kapının önündeyken… bir anlam veremedim fotoğraflara. babam o sırada mutfağa geldi, elinde su bardağı vardı. içinde sigara söndürmüştü. beni görünce “uyandın mı?” dedi yalnızca. “annem nerde?” dedim karşılığında. çünkü babalara sadece bu sorulabilir. doğru zamanda sorduysanız cevap alabileceğiniz bir sorudur bu. cevap vermedi. yüzüme bakmadı. sırtı bana dönük, mutfak tezgahında oyalandı. üstelemedim. her çocuğun sessiz olması gerektiğini hissen bildiği zamanlar vardır. konuşmadık. neden sonra biraz canlanmış bir şekilde “hadi hazırlanalım, dedenlere gideceğiz.” dedi. hazırlandık, yola çıktık. kısa cümlelerimiz havada asılı kalıyordu. bindin mi, kapıyı kapat, baba bak kuş, hı hı, bulutları gördün mü baba, hmm, güneş ne kadar güzel baba, evet… her çocuğun ortamdaki üzüntüyü fark ettiği ama bu üzüntüyü gideremediği zamanları vardır. dedemlere gidene kadar bir daha konuşmadım. dedem, yani babamın babası, ninemle beraber köyde yaşıyordu. şehre pek uzak değildi köy. pek yakın da sayılmazdı. köye vardığımızda dedem “vay benim aslanım gelmiş.” deyip kucakladı beni. dedem öyle birden sarılınca, hiçbir şey de yokken ortada, gözlerim doluverdi. dedemin boynuna gömdüm başımı utanarak. ama ağlayamadım. başımı kaldırıp nineme baktım. ninem kolları çemreli, bir eli belinde bizi izliyordu kapının önünde. yüzü ifadesizdi. dedemin kucağından inip bekledim. ninemin gel demesini veya herhangi bir tepkisini. istediğimi vermedi. babam sırtımdan hafifçe itip “nineni de gör.” deyince çekinerek gidip elini öptüm ninemin. ağzının içinde bir şeyler homurdanıp sustu ninem. anlamadım. içimde büyüyen sıkıntıyla döndüm babama. bakmıyordu bana. ayağının ucuyla toprağı eşeliyordu. gözü yerde, elleri cebindeydi.
köyde geçecek dört senemin böylece başladığından habersiz, dikiliyordum evin avlusunda.
Nur Cihan Şeker
6 Yorum