Hamza Abi

– Hamza abin, evleniyormuş.

– İnanmam!

– Bütün mahalle konuşuyor.

– Mümkün değil…

Annemi mutfakta bırakıp dışarı çıktım, doğruca dergâha gittim. Kapı önünde iki üç kişi konuşuyorlardı.

– Hamza abi burada mı?

– Yok, hayırdır?

– Bir şeyler duydum da!

– Evlilik meselesi mi yoksa? Vallahi biz de çok şaşırdık. Allah’ın takdiri… Kendi anlattı. Geçenlerde bizim şu sağlık ocağına gitmiş. Grip aşısı için. Üç dört gün sonra bir telefon gelmiş. Aşıyı yapan hemşire… Bir yerden numarasını bulup aramış. Hamza iğne olurken besmele çekmiş. Öyle her zamanki gibi… Abartısız, sade, mırıldanmış. İşte, hemşire hanım bu besmele çekişe âşık olmuş! Yani, öyle diyormuş.

Kemal öğretmen söze karıştı:

– Zaten Hamza da kızın görüşme isteğine direnememiş. “Kader” diyor. “Ağzımı her ‘Hayır’ demek için açtığımda ‘Evet’ dedim. Kendimde şaştım!”

Hemen oradan ayrıldım. Başımdan dumanlar çıkıyordu. Mümkün değil, Hamza abi, nasıl evlenir? Kendisini görmeli, evet evet kendisini muhakkak görmeliyim. Ortada bir yanlış anlaşılma olmalı. Hamza abi evlensin! Mümkün değil! Evlenecek olsaydı kırk küsur yaşına kadar nice işmar edenleri, mağaraya çekilmiş bir derviş sekînetiyle reddeder miydi? Mahallemizin güzide bekârı Hamza abi… Hepimiz onun yanında yetişmedik mi? Annesi vefat ettikten sonra evini; mahallenin gençlerinin, bekârlarının, iş bulamayanlarının, üniversiteden dönenlerin, gurbete gidenlerin, tezkere alıp askerden dönenlerin, kız kaçıranların, ela gözlü yavuklusu gurbet ellere gelin gidenlerin mecburi ikametgâhına çeviren…

Daha üniversitenin ilk senesi -Bütün Don Juanlığım üstümde- mahallenin kedileri nasıl Kiraz annenin kapısında toplanıyorsa, bütün kızlar etrafımda toplanırdı. Zekâm gururumu, gururum zekâmı, her ikisi birleşip gözlerimi çakmak çakmak parlatırdı. Kıvrak bir zekâ ve onun emrindeki rol kabiliyetinin kandıramayacağı kız yoktur zannı bende en kesin bilgi olmuştu. Birinci dönem sonunda mahalleye burnu havada dönmüştüm. Bir kaç gün sonra aklıma Hamza abinin bekâr evi gelmişti. Akşam, geç vakit gittim. Kapıyı her zaman ki gibi başkası açtı. Elinde çaydanlık, Tıvitır Şevket:

– Ooo kardeşim, hoş geldin.

Bütün ev duman altı. Odaya geçtik. İçerisi tıklım tıklım, mahallenin dertlileri burada; gelsin çaylar… Hamza abinin yine cömertliği üstünde; felsefe hazinesinden sadaka dağıtıyordu. Beni görünce hepsinin yüzünde samimi bir sevinç oluştu. Bununla beraber başlar tekrar Hamza abiye çevrildi. Galiba çok önemli bir söylevin ortasına denk gelmiştim. Ve kaldığı yerden devam ediyordu: “Erkeğin en büyük zaafı kendini zeki ve hâkim sanmasıdır. Kadının en büyük kuvveti ise erkeğin bu zaafını içgüdü, bilinçaltı sırrı ya da kuvvetli bir hisle bilmesidir. Yoksa zekâ ve hâkimiyette erkekten aşağı kalır bir yanı yok. Fakat erkeğin kadını zekâyla tanıması onda gurura yol açar. Kadının erkeği tanıması kuvvetli bir hisle olunca ise, tertibin ve hilenin sahibi kadınken erkeğin av olması tabiidir. Hem de gururu hiç incinmeden! Sen onu etkilediğini zannederken o etkilenmiş gibi yaparak seni tetikliyor.”

Bu arada gözlerimin içine alaycı bir gülümseyişle bakıyordu: “Erkek ilk çarpışmayla ortaya çıkan manzarada kendini galip sanır, hâlbuki ortada mağlup yok; yalnızca bir plan, geri çekilme ve pusu var!” Faruk abi atıldı: “Turan taktiği!” Herkes güldü. Benimse içim cız etti. Demek ki kandırılmıştım. Onlarca avcının tuzağa çekmeye çalıştığı bir yavru ceylanmışım da haberim yokmuş. Bu bir saniyelik düşünceyi savuşturmam zor olmadı fakat daha sonraki günlerde Hamza abi her sohbet edişinde sözü bir şekilde bu konuya getiriyor ve kalemin burçları her sohbetten sonra biraz daha tahrip oluyordu. Kendimle başbaşa kaldığımda ne kadar onarmaya çalışsam da sonunda kalem yıkıldı ve teslim oldum. Hamza abinin, yalnızca benim değil, mahallede ki birçok gencin hayatına böyle yön değiştirici dokunuşları olmuştu. Bizim sonradan ‘Şifa’ lakabı taktığımız Ahmet’e: “Senin ellerin, dilin ve gözlerinde şifa kabiliyeti var!” demiş, daha sonra bunu çeşitli vesilelerle o kadar işlemişti ki, bir gün Ahmet sırtında bir çuval alıçla mahalleye gelmiş: “Ormandan topladım, sirke yapacağım” demişti. Nihayetinde mahalleye küçük bir aktar dükkânı açtı. Yine Antika Rıza’nın saat merakı ve antika hobisi de onun verdiği bir kaç eski eşyayla başlamıştı. Benim ise aşk maceralarım beyin jimnastiği seviyesinde kaldı. Hamza abinin sohbetleri beni bu işlerden soğuttu. Bir banka veznesinde karşılaştığım herhangi bir kadın bile gözümde bir hilekâr hüviyeti kazanmıştı. Yenilmemek için tek çare kaçmaktı. O da oldu. Hamza abinin himmetiyle. Bir gün bana: “Sende yalnız kalma istidadı var. Fakat bunda büyük bir tehlike de var, o yüzden uyanık ol. Halk içinde Hak’la beraber olmak her baba yiğidin harcı değil. Halktan uzaklaş ama halkın yerini boş bırakma. Mesela yerine tabiatı koy. Şu güzelim sonbahar mevsiminde Samanlı dağlarında gezmeli. Benim gençliğim hep oralarda geçti. Dağ köylerinin yollarında gezerken akşam üzeri esen bir rüzgâr ormandaki binlerce ağacı sallar, üzerine yaprak yağmuru yağmaya başlar. Ayaklarının altında kurumuş yapraklar çatırdarken ormanın koyu yeşilden, koyu kahve rengine doğru onlarca renk tonu seni mest eder. Gözlerini yumar, kollarını açar ve göğsünü mis gibi havayla şişirip, başını göğe doğru uzatıp gerinirsin…Oohh!! Ne saadet!”  Bunu da yaptım, altımda motorsiklet, sırtımda çanta İzmit’ten başlayıp İznik’e kadar bütün o eski ipek yolunu dolaştım. Yol kenarında, açlıktan bîtap düşmüş bir tilkinin küçücük yavrularıyla beraber, doğradığım ekmeklere üşüşmesinin mutluluğu hâlâ içimdedir. Sonra Karamürsel’in dağlarından İznik’e giden yol… Burası tam bir Osmanlı coğrafyasıdır. Devlet-i aliyye geri çekilmeye başladığından beri her milletten muhâcir getirip yerleştirilmiş buralara… Özellikle Balkanlar ve Kafkaslardan… Köyler size Balkan sokaklarını hatırlatır. Kahvehanelerinde hâlâ ana dillerinde konuşurlar. Bulgar muhâcirlerinin ikamet ettiği köyden yukarıda bir Arnavut köyü, daha ileride Çerkez köyü, dağın bir yamacında Arnavut öbür yamacında Boşnak köyü… Yine yakınlarda bir Pomak köyü ve karşı tepelerde Gürcü köyleri… Hepsi dilleri Türkçe olmayan ama sırf Müslüman oldukları için ‘Türk’ denen, kendi milletlerinden, vatanlarından dışlanan, zulüm gören muhâcirlerin getirilip yerleştirildiği köyler… Ve İznik… O zahmetli dağ yollarının sonunda yüksek, çok yüksek ve hâkim bir tepeden ansızın görünen İznik.

Zihnim hatıralar arasında dolaşıp dururken Hamza abinin evine yaklaştığımı her fark edişimde kalp atışlarım hızlanıyordu. Hamza abiyle karşılaşır karşılaşmaz ne diyeceğime karar veremiyordum.

Az önce yolda denk geldiğim Kiraz anneye gülümsemek istedim ama yapamadım. Biricik oğlu; Faruk abinin, haline içten içe üzülüyor. Sahiden Faruk abinin bu evlilik meselesinden haberi var mı? Gerçi olsa ne olur? Hem Faruk abi de nerden çıktı? Kafam yine karman çorman. Zihnim yine daldan dala atlıyor. Ne zaman sevdiğim birine kızsam böyle oluyorum. Onu haklı bulmak için kafam bütün maziyi kurcalıyor. Yanlışlıkla çöpe atılmış değerli bir şeyi arar gibi kendisine karşı öfkemi ortadan kaldıracak elle tutulur bir şey arıyorum. İşte Hamza abilerin sokak. Kalbim küt küt… Ya beni sözleriyle alt eder, olanlara razı ederse… Hoş, mecbur değil. Yoo mecbur! Bu kadar gence bekârlığı sevdiren… Uzun uzun, yavaş yavaş düşüncelerini enjekte eden… Alttan alta fikirlerini zihnimize işleyen, hem de kadınları hiç yermeden, aksine kadınların dehasını ve kabiliyetlerini överek… Bunu yapan kendisi değil miydi? Bunca yıldan sonra ne bu şimdi? Şaka mı?!

Köşeyi dönüyorum. Bu köşede niye bir ağaç yok; mesela bir vişne ağacı?

Neymiş efendim ‘besmele çekişine âşık olmuş.’ Şeytan bu kadın milleti! Yoo yoo kızcağızın bi suçu yok! Hamza abi yok mu Hamza abi… O yavru ceylan… Evet evet nasıl avlanmış ama! Bize kadın tasavvurundan kurtulmanın özgürlüğün ilk şartı olduğunu öğreten adam! Mahalledeki yeni evlileri topluma kazandırma kampanyası başlatan, fırsat buldukça hepsini alaya alan adam! “Ne oldu sana ne oldu böyle?” Evet evet aynen böyle diyeceğim! Şimdi artık besmelenin kırk yıldır kapılı olan kapıları açtığını anlatır durur. Tamam, amenna açar açmasına da Şoför Osman kendimi bildim bileli vitesi attırırken bile öyle bir “Bismillahirrahmanirrahim” der ki  onu tanıyan, başından geçenleri üç aşağı beş yukarı bilen herkes, başını önüne eğip o bitmez tükenmez kederine ortak oluyor. Adam otuz beş senedir direksiyon sallıyor; vitesi her beşe atışında çektiği besmeleyle açmak istediği kapılar niye açılmıyor? Hani Semra nerede? Dualar neden gidenleri geri getirmiyor? Tövbe tövbe… Ne diyorum ben! Bak oğlum! Tamam, nefsi emmaresin! Senden hayır bekleyen yok! Fakat Hamza abiyle aramıza girme! Üzüntümü kullanıp meseleyi başka yerlere çekme. Sonra, Semra’nın dönmesinde hayır yoktur da; aksine illallah dedirtecek şerler vardır. “Ne olabilir?” deme. Allah bilir sen bilmezsin. Bizim ısrarla açmak istediğimiz kapılar şerli kapılar olabilir.

İşte otuz beş yıllık besmeleler bu şerli kapıları kapatarak  Şoför Osman’ın önüne bilmediğimiz, anlamadığımız kapıları açmış olabilir.

Mesele buraya nasıl geldi? Hep vişne ağaçları yüzünden, biliyorum. Evet vişne ağaçları yüzünden. Bak işte Zeyneb’in yüzü… Bak işte yine beyaz, pembe, kırmızı ve simsiyah vişneler…

Çocukken, annemin köyüne gittiğimiz zamanlar komşunun vişne ağaçlarına dadanırdık. İç içe geçmiş gencecik otuz kırk kadar vişne ağacı… Bahçe sahibine yakalanma korkusuyla avuç avuç koparıp yutarcasına yerdik. O telaş, o yakalanma korkusunun verdiği hırsla gözümüz hep bir yandaki ağaca kayar biz de daldan dala atlardık. Şimdi arıyor tarıyor bir tane vişne ağacı bulamıyorum. Hatta manavda bile meyvesi yok. Sanki vişne, keklerde, pastalarda, reçellerde kullanmak için mutfakta üretilen bir karışım. Hâlbuki bunların gerçek vişne tadıyla hiç alakası yok, hele o kapkara, dalında kurumaya yüz tutmuş, ekşiyle tatlı karışımı, ağız dolusu vişne… İşte bir çocuğun nirvanası…

Allah! Allah! Burası neresi? Yanlış yola saptım. Hamza abinin evi öbür taraf. Acaba Hamza abi bütün mahalleyi tiye mi aldı? İnşallah öyledir. Olur mu? Yok yok hiç şakaya benzemiyor.

Şimdi bir psikoloğa gitsem. Desem ki: “Ne zaman sevdiğim birini kaybetmekten korksam! Üzerinde kafa yormadan hesap kitap yapmadan ama kuvvetli bir hisle bilsem ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. O zaman elim ayağım titriyor, kalbim çarpıyor gözlerim kararıyor iştahım kesiliyor, hiç bir şey hakkında tafsilatlı düşünemiyor, düşüncem deli gibi daldan dala atlıyor, mecnun gibi sokaklarda dolaşıyorum.”  Büyük ihtimalle bay psikolog çocukluğuma inmeye kalkacak. Ama ne hacet, işte kendi kendime indim: İşte vişne ağaçları ve işte Zeyneb yüzü…

Aman Allah’ım, insan ben’i bu dünyada ne kadar çıplak, ne kadar zavallı fakat ne kadar kibirli. Çocukluğumuzda dadandığımız vişne ağaçları veya bir kızın yüzü nasıl oluyor da üzerimizde bu kadar derin etkiler bırakabiliyor?

İçinde yaratıldığımız şartların dışında yaratılmayı tercih etme  hakkımız var mı? Yok! O zaman nerde benim özgürlüğüm? Eğer ben özgür değilsem o zaman Sen kimsin? Yoksa sen O’sun ki her şey Sen’dendir ve her şey Sana’dır… O zaman Ben O’yum ki her şey O’ndandır ve her şey O’nadır! Allah’ım aklıma mukayyet ol!

Artık geç. Hamza abiye de dert anlatılmaz. Adam evleniyor. Artık kim  kafasına hücum eden sorulardan, göğsünü örseleyen acılardan kıvranarak yollara düşüp gece yarıları Hamza abinin kapısına dayanabilir. Evli barklı adama yapılır mı? Yapsan ne olur yüzüne kapı açılır mı? Senin dağ kadar derdin olsa ne yazar, onun kucağına minik bir kız çocuğu tırmanıp oturduğu zaman artık bu deni dünya cennet olmuştur.

Ey bindiği otobüsler gece yarısından sonra otogarlara girenler… Ey hüznün yataksız bıraktıkları… Ey güneş doğarken yapayalnız bir parkta, bir bankta oturanlar… Ey gündüzden kaçıp geceye sığınanlar… Ey dertliler, derdine müptela olanlar, derdini sevenler, derdi tarafından sevilenler… Ey derdi derman olanlar ve ey derdine hayran olanlar…

Artık Hamza abiyi unutun, artık o sizinle hemhal olamaz. Ama üzülmeyin, mutluluğu yanlış yerde arıyor. Elbet bir gün pişman olacak!

Kendime gelir gibi oldum. Etrafıma bakındım, doğru yoldayım, az kalmış. Bir titreme geldi. Yok abi yok. İçimi dökmesem. Yaptığının yanlış olduğunu anlatmasam rahat edemeyeceğim.

Ya yine o haklı çıkarsa! Ya yine beni ikna ederse! Yok yok dinlememeliyim. Söyleyeceğimi söyleyip çekip gitmeliyim.  “Zalim” dedim kendi kendime. İyi de onun yaptığı da az değil. Kesin beni görür görmez gülümseyecek. Hem de evden çıkıp kapısına gelene kadar ne düşündüğümü biliyorcasına. Ve yine teslim bayrağı… Yok yok ağzıma geleni söyleyip tek bir söz dinlenmeden ayrılacağım. Hatta kapıda… Evet evet kapıda söyleyip döneceğim. İşte evin önü… İşte demir kapı… Hey gidi merdivenler… Bir daha bu zili çalabilecek miyim? Kalbim çarpıyor. Kapı açıldı. Şifa Ahmet:

– Gel!

Şaşkın şaşkın içeri girdim. O meşhur odadan bütün eve ağır ağır sigara dumanı yayılıyordu. İçim rahatlar gibi oldu. Odanın kapısından içeri adımımı atar atmaz durdum. Herkes burada. Demek ki haberi duyar duymaz gelmişler. Hem de çoktandır. Hallerinden anlaşıldığı kadarıyla Hamza abi uzun bir nutukla herkesi mutluluğuna ikna ve ortak etmişti. Bir an acaba ben mi abartıyorum, diye düşündüm. Hamza abi her zaman ki tebessümüyle bana bakıyordu. Diğerleri de tek tek başlarını kaldırıp ne söyleyeceğimi bekliyordu. Durdum. Derin bir nefes aldım: “Başımız sağ olsun, Hamza abi ölmüş!” dedim. Kalabalıkta kıpırdanmalar ve gülüşmeler oldu. Gerçekten abartıyor muydum? Başım döndü.  Oturdum. Önüme  çay geldi. Başka da  bir şey demedim.

Tahir Tarık Balıkçı

 

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • Şairkadir , 07/01/2024

    Bu çağın dışında şahsına münhasır bir eser olmuş kalemine sağlık..

  • çok rahat çok profesyonel , 23/11/2022

    hamza abiniz kendine bir erkek hemşire bulamamış mı?

  • Şanzelize , 29/10/2022

    Hakikatler öldürür inançlarımızı..

  • Zehra , 28/10/2022

    Sıcak bir öykü

  • Erkan , 28/10/2022

    Bir buçuk dakkada 238 yumruk yedin kafam halam karışık

  • ahi evren , 28/10/2022

    Yeni virdimiz besmele o halde…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir