Hangi aklı evvel, dünyanın dışındaki cenneti dünyanın dışında arar?
Benim cennetimde serin taşlıklar, 1940’ların Fransız kasabalarından Omaha Sahiline uzanan gölgelik avlular, kâgir yapılar, yeğdâne evler var. Benim cennetimde ıhlamur ağaçları, ibrişimli terziler, John Wayne‘in Red River’a sürdüğü on bin başlık sığır sürülerinin çıkardığı toz bulutları var. Benim cennetimde 1970’lerin İstanbul’unda fasih Türkçe konuşan işportacılar, mührü Süleymanlar, anız yakan ova işçileri, o işçilerin mütebessim çehreleri var. Benim cennetimde gülhatmiler, nevâbitler, üzüm korukları, 1950’lerin kasnakçı kalfalarının ustalık merasimleri ve toplu mavzerler var.
Benim cennetimde saate ihtiyaç duyulmuyor. Orada elektrik yok, orada, ormanın dehlizlerinde Dersu Uzala‘nın kaplanı özgürce dolaşıyor.
Benim cennetimde, geceden karanlık olması bekleniyor.
***
Cennette yüz pazarları olduğunu okumuştum.
Geçer akçenin selam ve güler yüz olduğu, rengi gülkurusuna yakın, demir çadırları kırmızıya çalan devasa bir pazaryeri hayal ediyorum.
Kullanageldiğimiz mübadele aracının hammaddesi, Tûba ağacının reçine kokusuna karışıp kendi sıcaklığında buharlaşıyor. Cebimden tebessüm destelerini çıkartıp olmayan satıcılara uzatıyor, olmayan metal para üstünü cüzdanıma koyup yoluma devam ediyorum. Zira cennetteki pazar, şeytanın, ruhun alyuvarlarında cirit atıp spekülasyona çanak tutamayacağı, riskin, zararın, fahiş fiyatın, fitne fesadın ve karaborsanın olmadığı, çuvalın en altına sinsice dökülen ıslak hububatın zebanîlerce denetime tabi tutulamayacağı çok uluslu bir pazar.
Pazar yerinin dehlizlerinde ilerliyorum.
Aynı dili konuşan, topu kumaşı otuz üç yaşında çok uluslu bir millettin varlığı cehennemin özgül ağırlığıyla eşitleniyor.
O pazaryerini ne hikmetse havada sallanırken tahayyül ediyorum. Pembemsi ve yer yer maviye çalan buhar görüntüleriyle, tülden varlığın etrafını çevrelediği devasa bulutları, sırf dünyadaki gökyüzünü ve çocuk kitaplarını imlediği için zihnimden atmaya çalışıyorum. Dünyada bir benzerini bulamadığım için, şimdilik bilindik bulutlarla iktifa ediyorum.
Kesin bilgi.
Cennette haksızlığa uğramıyorum. Pek saygın diş hekimi Salim beyin begonvil saçlı kızının mum kokulu silgisini ben araklamadım diye, öğretmenler odasında iki gözüm iki çeşme ağlamıyorum. Orada hasetçiler yok. Hasedi doğuran nesne umumun malı… Orada, “Biz de iki numaraya yeni bir çocuk odası bakıyoruz kıymetli kardeşim…” diyen ablak suratlı müzevirin sırtını sıvazlamak zorunda kalmıyorum. Orada boş sözler işitmiyorum. “Nasılsınız?” sorusuna kısa ve net cevaplar verip, muhatabını koyun çobanı yerine koyan içsel geviş getirme ustalarına kulak asmıyorum. Orada aldatmak yok. Cennet, aldananların yurdu… Nasıl kandım, nasıl inandım, vah olsun bana, yuh olsun ona, şimdi kendimi ve beni aldatan kuzu postu giymiş aslan yavrusunu nasıl affedeceğim, diye diye, gündüzün alacakaranlık düşlerini gecenin boz bulanık imbiğinden geçirmiyorum.
Kendime bir yüz beğeniyorum. Derimden, şöylemesine sıyrılıyorum. Aa! Demek Paul Newman’ın gözleri gün ışığında yeşile çalıyormuş. Oh oh, çok yakıştı.
Yüz pazarları ha!
Demek cennette ikiyüzlü olmamıza izin veriliyor. Ne iki yüzü, dünyada ürettiğim katma değere göre belki yüz binlerce yüze sahip olabileceğim. Acaba her daim mutlu olan, bilhassa Cuma günleri mutluluktan yerle yeksan olmak için yığılan günlerin ipliklerini, kilim dokuyan emektar kadınlar gibi eğirdikçe eğiren bir insan, hangi yüzleri satın alırdı? Post modern cennetlerin emoji seçenekleri gibi bal sarısı yuvarlak suretlerle sınırlanmayacağız her halde.
Peki, cennette kimseden saklımız gizlimiz yoksa pazardan aldığım bazı yüzleri niçin maske olarak hayal ediyorum?
Kendimiz için ve başkalarına rağmen değil, arafta kalan yahut cehennemde kavrulan benliğimize rağmen, bizzat bizim için hazırlanmış mutluluk maskeleri… Demek ki cennette kendim olmamama izin veriliyor.
Avucumda kalan kahverengi saç tokası küçüldükçe küçülüyor.
Maskelerden birinin kulak çeperlerine o müfteri kızın begonvillerini takıyorum.
***
Âdem baba cennetten çıkarıldıysa, canına kıyan evlatlarının kıyıcı darbelerini reddi mirasla tevil edebilir miyiz? Akıllı adam bunca borcun altına girmez. Öyleyse, niçin intiharı konduramadığımız sevdiklerimizin ardından, aklı gitmese canına kıymazdı diyoruz?
Âdemoğlu bu sorunun cevabını Kabil’den öğrenecek.
***
Bir arkadaşım sıtmaya yakalanmaktan haz aldığını söylemişti. İki büklüm bir cenin gibi yorgana dolandığında titreyen bedeninin bir zaman sonra sükûn bulması hoşuna gidiyormuş. Titreyen bedenin üşüyen ruhuna sarıldığı için, ağına dolandığın çaresizlik genişlik, genişlikte olanca darlığına rağmen anne karnındaki güvenlik duygusuyla birleşip cennet biçiminde temayüz ediyor, diyemedim. Diyecek bir ortam yoktu. Olsa da demezdim. Desem de anlamazdı.
O anlarda kendini olmadığı kadar özgür hissediyordu. Kaynar suya maruz kalan derinin, bir süre sonra şiddetli sıcaklığı soğukluk olarak duyumsaması gibi, yaralanan bilinci yeryüzünün çelişkilerinden kurtuluyor ve hafifliyordu.
İnsan ancak sıtma cehenneminin zemheri ayazında boncuk boncuk terlerken, dünyada, sadece anne karnında cennette olduğunu idrak edebiliyor. Yoksa dünyaya gözlerimizi açtığımız an çatlarcasına feveran etmez, çığlık çığlığa gözyaşlarına boğulmazdık.
***
Bazen cenneti şöyle hayal ediyorum. Mutluluktan paramparça oluyorum. Sonra etrafa dağılan parçalarım tekrar toplanıyor ve birleştiriliyorum. Ayrılık acısının irapta mahalli yok. Ama ayrılık sabit kalem, ayrılık var. Etinden kan damlıyor, onu görüyorum, yüzü, nurdan döşeklerde kasılmış parıldıyor. Baş gözüyle görüyorum onu, dokunmak istiyorum, dokunamıyorum. Kahrın, sadrı delik deşen kimyası DNA sarmallarından sökülüp alındığı için mecburen mutlu oluyorum. Sonra tekrar paramparça oluyorum. Cümle eşyadan, unuttuğum çiçek isimlerinden, unuttuğum kitapların unuttuğum giriş cümlelerinden, ‘etimi kemiren ilk kurttan’, Uzza’dan, Menat’tan, Müseylemetül Kezzab’tan, sardunyalardan, akşamsefalarından, karaağaç gölgelerinden ve müzekker ruhlardan bağımsızım.
Renkler, sesler, harfler, semboller ve suretler yok.
Sancısız doğum, acısız ölüm, bitimsiz yaşam.
Tekrar, tekrar ve tekrar… Sonsuz ne zaman ve nerede biterse, oraya kadar.
***
Evimdeyim, cennette.
Film izliyorum. Bir kadın günah çıkarmak üzere pederle konuşuyor. Günahına devam edeceğini ima ederek totalde oluşacak hesap için önden pazarlığa girişiyor. Peder, kadına deliler gibi âşık olduğundan günah çıkarmayı şiddetle reddediyor. Pencerem açık. Dışarıda orta yaş üstü, tuz ruhu kokan kadınlar, ölen babalarının mirasını paylaşmak için büyük yeminler eşliğinde kavga ediyorlar. Bir adam çöpten atık topluyor. Yanında en fazla beş yaşında, başıkabak yalın ayak bir oğlan. Kaburgaları sayılan emektar beygirin yularını tutuyor. Yan mahallede romanlar, ince saz eşliğinde içinde kader kelimesi geçen bir şarkı söylüyorlar. Hissediyorum, bir yerlerde bir çuvaldız, kadın olmanın gergefinde korkuyla gerilen bir kızın gelinliğinde kaybolacağı kumaşı arıyor.
Kan…
Akşam, cıvadan ağır bir düğün planı işleyecek.
Dışarısı cehennem.
***
Evden, çağın araçları gereği mültecilerin cehennemini naklen izleyebiliyorum.
The Sopranos, HBO’nun 6 sezonluk efsane dizisi.
Beyaz bir İtalyan gangsteri Afro Amerikan rapçi bozması çete liderine şöyle bir yaylım ateşiyle cevap veriyor: “Sizinkiler daha yüzlerini boyayıp zebra peşinde koşarken benim halkım beyazların zencisiydi!”
***
Hep suç bulmayan, gücü yettiğince sevmeye çalışan bir tapınaktayım. Dergâhtayım. Dergâh, cennetin halvethanesi. Kimsenin erbaine girdiği yok. Duruşlar, gülüşler ve iç çekişler, gidişler, gözyaşları ve latifelerle rabıtalı. Bir dervişe üstü kapalı dert yanıyorum. Basit bir derttir, basit insanlarız çünkü diyor. Haklı. Anlıyorum. Anlamak çözmeye yetmiyor. Allah büyük insanlara kudretli bir kalp, kadere şeksiz iman, kapı gibi de feraset veriyor a Molla Kasım, diyemiyorum.
Meclise önerge sunalım. İçimizi dökmemeye direnmek kış sporlarından kabul edilsin.
***
Duygu kontrolü nedir? Böyle saçmalık olmaz. İnsan buna teşebbüs ederken bile bir aşamada mutsuz olmak zorunda.
***
Benim mutluluğum başkasının mutluluğuna denk gelir. Bunu idrak edemem, çünkü mutluyumdur. Başkasının acısı benim acıma denk gelir. Bunu da idrak edemem, çünkü acıdan kurtulmak, mutlu olmak istiyorumdur. Başkasının acısı benim mutluluğuma denk gelir. Bu noktada idrak yolları tamamen kapanmıştır. Çünkü maalesef, artık, kâmilen mutluyumdur.
Kimse kimseyi anlayamaz, anladığını zanneder. Kimse kimsenin mutluluğunu da paylaşamaz. Çünkü mutluluk paylaştıkça çoğalmaz, sadece acılarımız seyrelir. İnsan ağlar. İnsan devamlı surette ağlar. Ağlamadım diyen yalan söyler. Doyasıya güldüm diyen yalan söyler. İnsan öylesine aciz bir varlık ki, çok fazla güldüğünde gözlerinden yaşlar boşalır.
İnsanın mutluluktan ağlaması, Allah’ın umumi merhametinin tecellisine dair bir delildir.
***
Ne zaman yeis bataklığına saplanmasam rutinin zembereğine takılıyorum. Eteklerim tutuşmasın, hemen kitaplara sığınıyorum. Okuyorum, yazıyorum, çiziyorum, notlar alıyorum. Yapıp ettikten sonra acı çekenlerin, gerçek ve samimi failler olduğunu düşünmeye başladım. Diyorum ki, bugün sıkıntıdan patlayayım. Bugün bir klişeyi yıkmaya yeltenmeyeyim, bana ne başkasının putlarından, benim Atargatis’im bana yeter. Anlatarak, nasihat ederek, hakikat sandığım vehimleri altımda gördüklerimin yüzüne vurmayayım, kimsenin kalbi kırılmasın. Ne olur sanki, bugün de saklı bir inci gün yüzüne çıkmayıversin. Bir kitaptan alıntı yapmayayım mesela. Korkuyla eriyen, umutla buharlaşan çözeltim, bir özdeyişle seyrelmesin.
Bir saksı bulup içine bir çiçek ekeyim. Hem çiçek, mücessem bir nesnedir. Sonra imgeseldir. Unutmak istediğim büyük bir hata gibi onu gömebilir, istersem sular, istersem cesedimi tazeleyebilirim.
***
Sendrom orada, şehla gözleriyle uzaktan işmar ediyor. Ona yalvarmamı bekliyor. Yarın iş yok diyorum ona. İş hep var, diyor. Dünyanın işleri hiç bitmeyecek. Mesele yarın değil, mesele pazartesi değil. Yeisin kaynağı, pazara ait akışın sekteye uğradığı zannı. Zamanı günlere bölen insanın, şimdiki zamandan aldığı ödenmemiş borcun biriktikçe biriken vadesi. Günler ve putlar gibi, karakabaklar ve çayır dikenleri gibi, kitaplar ve çocuklar gibi, ay ve güneş gibi, döndükçe aynı yere geliyor, yığıldıkça yığılıyor.
Güneş, geceye yardım ve yataklıktan hüküm giyiyor.
Vakti geldiğinde bir çarşaf gibi dürülecek. Güneş dürüldüğünde, akıp giden zamandan bahsedemeyeceğiz. Elimizde, “şimdi” kalacak. O şehla gözlü şeytana avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Güneş provokatördür, aslolan ayın şavkıdır!
***
“Sadeliğin ihtişamı” diye bir şey var. Ataletle arasındaki çizgi, cennet ve cehennemin arasında kalan büyük zekâların, göz kapaklarını şakaklarına bağlayan yola doğru uzanıp, arşa ve kürsîye doğru hitama eren sonsuz bir duvarda birleşiyor. Benim cennetimde, bazı büyük zekâlar, sonsuza kadar araftalar.
***
Yalnız yaşayan, müzmin bekâr bir abi var işyerinde. Uzun yıllardır bir başına, geceleri çalışıyor. Bekçi, hüznün bekçisi… O derece sevgisiz kalmış ki, bir bunalım anında kendine intihar süsü vererek cümle âlemi evine toplamış. Polis, ambülans, tanıdıklar… İşin aslı su yüzüne çıkınca tekrar bunalıma girip bir avuç insülin iğnesiyle gerçekten intihar etmiş. Başaramamış. Şimdilerde imkânsız bir aşk hikâyesi ile hayata tutunmaya çalışıyor. Sanırım, insan türüne şunu anlatmaya çalışıyor.
Mutlu bir son, hüzünlü bir hikâye ile mümkün.
Bahadır Dadak
1 Yorum