Cinnet Yahut Levvâme

Odasında dönüp duruyordu. Aynanın karşısına gelince durdu. Bakışlarını yüzünde gezdirdi. Alnında, şakaklarında, burnunda, dudaklarında bir mana aradı. Bulamadı. Tekrar tekrar bakışlarını aynadaki yüzünün yansımasında gezdirdi. Hiç bir zaman insanın, başkasının yüzünü gördüğü gibi, kendi yüzünü göremeyeceğini biliyordu. Fakat ısrarla aynada ki aksini izliyor, derisinden içeri sızıp bir mana yakalamak istiyordu. Daha doğrusu “kendisi” olduğunu düşündüğü şeyin, şimdi aynada izlediği burnuyla, dudaklarıyla çenesiyle hâsılı bütün bedeniyle arasında gizli bir bağ olup olmadığını merak ediyordu. Fakat nafile… Ve nihayet gözler… Herkesin ruhunu gözlerinden yakaladığını zannederdi. “İşte onlar da manasız ve çıplak… İşte onlar da uzak bozkırlarda akan ırmakların ıssız kıyıları gibi durgun ve yosunlu…”  Yine de gözler… Onlarda gizli bir mana olması gerekir. Belki de başkasının gözünden kendi gözlerine bakmalı. Mümkün mü? Ama yine de onlarda, bir insanın bütün bir zihniyeti ve ruhaniyeti, ince, o kadar ince ki ancak ferasetle görülebilen bir duman halinde belirmeli! Baktı. İyice baktı. Tekrar tekrar gözlerine ve yüzünün bütün bir sathına… Sabahki kusurundan, hâlâ devam eden pişmanlığından ve nefsine karşı içinde kaynayan öfkesinden bir eser bulamadı. “Münafık!” dedi, kendi kendine ve aynadaki suratına tokatı yapıştırdı! Sonra haline güldü. Gülünce de korktu. Yüzü değişti fakat  rengi hemen geldi. Çünkü bu kısa zaman içinde kendi kendine kızıp tokat attığı için gülmüş, gülünce, deliriyorum zannetmiş ve korkmuş, korkunca da, rahatlamıştı. Çünkü delirmekten korkmak, eskiden beri delirmeye karşı bulduğu bir emniyet anahtarıydı. “Delirmekten korkuyorsam, demek ki deli değilim! İnsan her zaman korkularına karşı manevi bir dayanak arar. Hâlbuki ben bizzat korkularıma dayanıyorum. Acaba bunu yapan başka insanlarda var mı? Yoksa bu benim eşsiz dehâmın eseri mi?” diye düşünüyordu. Delilikle dehâ arasında ince bir çizgi olduğunu okumuştu. “Demek ki delirmediği müddetçe bir dehâydı!” Fakat bu noktadan sonra kendine dehâ atfedenin, nefsi olduğunu fark ediyor, ruhu onu nefsiyle mücadeleye çağırıyor -en azından içindeki manevi baskıyı ruha hamlediyor- kendi kendiyle didişmeye başlıyordu.

İlk gençlik yıllarından beri nefsiyle yaptığı mücadele, kendi kendiyle konuşmaları, öyle bir noktaya gelmişti ki sanki nefsi başka bir şahsiyetmiş gibi kendisiyle tartışıyor, fikir belirtiyor, istek ve arzularını dayatıyordu. İlk zamanlar, çoklu kişilik bozukluğu hastalığına yakalandığından şüphelendi. Fakat yine dehâsını kullandı! “Mademki fark ediyor ve şüphe ediyorum o halde henüz böyle bir şey yok!” İçinde gizli bir ben taşıdığını ve bu benin sürekli bütün iyi şeyleri sabote etmeye çalıştığını, kendisini haksızlığa ve zulme, isyana ve günaha çağırdığını, bunun olsa olsa nefsi olduğunu biliyordu. Fakat bu sefer başka bir çelişki kafasını kurcalıyordu: “Madem, nefis kendisi de yaptığından razı değil neden yanlışı terk etmiyor. Hem yapıyor, hem kendini kınıyor. Bu bir çelişki değil mi? Yoksa apaçık ikiyüzlülük mü?” Bu henüz kendi eşsiz dehâsının da çözemediği bir meseleydi! Ya, nefis ikiye bölünüyor, kanserli hücrelere sağlıklı hücrelerin savaşması gibi kendi kendiyle didişen iki taraf oluyor. Ya da nefis yine aynı nefis ama ruhun ve aklın ağırlığı altında eziliyor ve kötülüğü hatırlatıldıkça güçlünün yanında yer alıyor! Bu da bir çeşit kaypaklık değil mi? Yoksa nefis nötr mü? Bu da pek mümkün görünmüyor: O zaman niye herkes nefs-i emmâre ile başlıyor! Gerçi durum öyle mi, o da kesin değil. Yine sonuca varamayacağı entelektüel bir çabanın içinde buldu kendini. Yoksa bu da nefsin bir oyunu muydu? Sabah yediği naneyi unutturmaya mı çalışıyordu? Mümkün mü unutmak! Olacak şey miydi yaptığı! Düşündükçe yine kızmaya başladı. Aynanın karşısından ayrılıp odanın içinde dönmeye başladı. Aynanın hizasına gelince yine durdu. Kendi kendine: “Sen adam değilsin!” dedi.

– Sen adam değilsin. Ne olur söz dinlesen. Ne olur beni üzmesen. Ama olacak. Seni adam edeceğim. Aç bırakacağım, susuz bırakacağım ama adam edeceğim

– Olmayacağım!

– Ne demek olmayacağım! Olacaksın!

– Olmayacağım!

– Olacaksın oğlum, adam olacaksın! Seni gebertirim! Bitirdin beni!

– Hiçbir şey yapmadım!

– Elinin körü, daha ne olacak?

– Bana ne!

– Ne demek bana ne!  Çıldırtma beni, vallahi boğarım seni!

– Yapamazsın

-Yaparım, vallahi yaparım beni deli etme. Sen kaşındın. Al! Söndürüyorum sigarayı! Sana sigara falan yok. Çay da yok. Ya adam olacaksın ya seni süründüreceğim!

– Ne alakası var

– Ben anlamam adam olacaksın.

– Ol, o zaman, bana ne kızıyorsun!

– Sana kızacağım tabii. Nerde kötülük sende, nerde günah sende, adilik ikiyüzlülük, enaniyet sende, bütün puştluk sende.

– Tamam, hadi ben kabul ediyorum. Anlat bakalım insanlara, benim yaptığımı iddia ettiğin şeyleri! Beni suçlayarak yapıp ettiklerini anlat, anlat da göreyim seni!

– Sus!

– Ne oldu! İşine gelmedi değil mi?

– Sen tam bir itsin!

– Hayır ben senim! İkimiz ortağız, ortaktan da öte biz biriz!

– Sen, ben değilsin! Asla olamazsın! Ben ruhum, ben akılım. Ben Allah’ı ve Rasulü’nü seviyorum. Sen bizim düşmanımızsın! Sen zalim ve kâfirsin!

– İstediğin kadar cıyakla; ben nereye, sen oraya.

Elleriyle kulaklarını kapattı. Sanki böylece nefsini duymayacaktı. Fakat mümkün mü! Nefsi rest çekiyor, meydan okuyor, yapıp ettiklerini sayarak onu düelloya davet ediyordu.

“Çok delikanlıysan falan yerde yaptıklarını anlat!” “Madem beni bitireceksin, filan zamanda olanları anlat!”

Nefsinin hücumlarına: “Hayır! Hayır, onları ben yapmadım, sen yaptın! Anlatamıyorsam sırf senin yaptıklarından utandığım için! Senin yüz kızartıcı adiliklerinden usandığım için! Yeter artık düş yakamdan!” diyerek karşılık veriyor, fakat yeni bir hücum dalgasıyla karşı karşıya kalıyordu. Terlemiş, bunalmış, iki eliyle kulaklarını kapamış, odanın içinde dönüp duruyordu. Artık nefsini susturamayacağını, o kadar güçlü olmadığını düşünmeye başlamıştı ki ruhundaki son bir takatle: “Seni şeyhime söyleyeceğim!”, dedi. Nefsinin cevap vermediğini görünce ve geri adım attığını hissedince, iddiasını daha çok tekrar etmeye başladı.

“Seni şeyhime söyleyeceğim!”, “Seni şeyhime söyleyeceğim!” Nefsin ışığı git gide sönüyor, korkak bir köpek gibi kulübesine sığınıyordu.

Nefsi geri adım attıkça iddiası kuvvetleniyor, odasının içinde dönüp dururken, sağ elinin şehadet parmağını havada sallayarak, karşısındaymış  gibi, nefsini şevkle tehdit ediyordu:

“Seni şeyhime söyleyeceğim!” “Seni şeyhime söyleyeceğim!”

Bu kavga o kadar uzun sürdü ki sonunda yorgun argın cam kenarındaki koltuğa yığıldı. Sabah ezanına az kalmıştı. Başını ellerinin arasına aldı.

“Allah’ım!” dedi. “Ne kadar zayıfım! Ne kadar çok kusurum var. Allah’ım, keşke yapmasaydım Allah’ım! İnşallah bir daha ben yapmayacağım. Allah’ım! Allah’ım! Güzel Allah’ım!”

Tahir Tarık Balıkçı

 

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • baş ağrısı , 26/05/2023

    ya da içimizdeki ebeveyn ve çocuğun kavgası :)) nefis ikna oluyormuş, didişmekten ziyade suyuna gitmek daha iyi belki, evet evet seni anlıyorum haklısın gibi…

  • ğ , 26/05/2023

    bu dille hangi hikayeyi anlatırsan anlat güzel olur zaten çok iyi olmuş çokta güzel olmuş

  • Name* , 26/05/2023

    “İnsan her zaman korkularına karşı manevi bir dayanak arar. Hâlbuki ben bizzat korkularıma dayanıyorum.”

    Sıkı cümleymiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir