Bitmeyen Hikâye

Yaşlı adam koltuğundan yavaşça doğruldu. Kendini okuduğu kitaba kaptırmış, uzun süredir yerinden kıpırdamamıştı. Dışarı çıkıp biraz yürümek istedi. Kapıya doğru yöneldi, ikinci adımında geri döndü. Havayı kontrol etmek niyetiyle pencereden dışarı baktı. Rüzgâr şiddetli esiyordu. Ağaçlar iyice seyrelmiş dallarındaki son yaprakları da feda ediyordu rüzgâra. İnsanlar biraz sonra yağacak yağmura yakalanmamak için aceleci adımlarla uzaklaşıyordu. Bu manzarayı görünce dışarı çıkma fikrini çıkardı kafasından. Aynaya doğru yürüdü. Sıkıldığı zamanlar aynanın karşısına geçer; bir yandan hızla geçip giden yılların çehresinde bıraktığı derin çizgilere bakar, bir yandan da yaşadıklarının zihninde bıraktığı hatıraları düşünürdü.

Yüzü kırışıklıklarla kaplanmıştı. Her geçen yıl, yüzüne imzasını atmıştı sanki. Eskiden simsiyah olan saçları ağarmış, sırtı yılların yorgunluğunu taşıyormuşçasına kamburlaşmıştı.

Neden sonra öğretmenliğinin ilk yıllarını anımsadı. Sallanan koltuğunu aynanın önüne çekti. Oturup yavaşça sallanmaya başladı. Sallandıkça önce aynada değişik suretler belirdi. Daha sonra ayna, dışarıya bakan bir pencereye dönüştü. İşte her şey tüm canlılığı ile karşısındaydı. Sonra odada başka biri varmış gibi gördüklerini anlatmaya başladı.

Yaz

Nereden başlasam bilmiyorum. Bundan yıllar öncesi, öğretmenliğimin ilk yılı… Anadolu’nun bir dağ köyüne atanmıştım. Anne ve babamın tüm karşı çıkmalarına rağmen bir sabah ansızın otobüse binmiş ve yola çıkmıştım. Bursa’nın yeşilinden yavaş yavaş uzaklaşırken, zihnimde; tereddütler, korkular ve en çok da ucu görünmeyen karanlık bir tünele girmiş gibi hissettiren bilinmezlik duygusu vardı. Köyü ve orada yaşayanları sevecek miydim acaba? Alışabilecek miydim daha önce ismini bile duymadığım bu yere? Benim için daha da önemlisi onlar sevecekler miydi beni? Bu düşünceler zihnimde bir girdap oluşturuyordu. Bu girdabın beni yutmaması için içimden saymaya başlıyorum. İstemediğim bir şey yapmak zorunda kaldığımda veya kendimi çaresiz hissettiğimde içimden saymaya başlar, böylece rahatlardım.

Bilmem kaçıncı saymada uyumuşum… Gözlerimi radyodan gelen ‘Mihriban’ türküsüyle açtım. Gün ağarmış, yeşil ormanlarla kaplı dağlardan eser kalmamıştı artık. Göz alabildiğince geniş, altın sarısı arazilerde insanlar buğday hasadına başlamıştı. Biçerdöverler türküde geçen “Sarı saçlarını deli gönlüme bağlamışım çözülmüyor Mihriban” dizelerini anımsatıyor, sarı saçlı bir sevgilinin saçlarını tarıyor gibi yumuşak ve dingin hareketlerle geziniyordu tarlalarda… İnsanlar emeğinin ve alın terinin karşılığını alacak olmanın heyecanıyla bir koşuşturmaca içerisine girmişlerdi. Yol boyu manzara aynı şekilde devam etti. Uzun bir yolculuktan sonra otobüs nihayet otogara varmıştı. Vakit kaybetmeden köy minibüsünü bulmuş bir müddet sonra minibüs tamamen dolunca hareket etmeye başlamıştık.

Bir saatlik yolculuk sonunda, köye yakın bir yerde indim. Köy yolu dik bir yokuş olduğu için minibüs çıkamıyor, yolun kalan kısmını yürüyerek gitmek gerekiyormuş. Bavulumu da alıp köye doğru yürümeye başladım. Yol boyu beni bırakmayan tereddüt ve bilinmezlik duygusu da hâlâ peşimdeydi, istemsizce içimden saymaya başladım. Akşamüzeri olmasına rağmen güneş tüm sıcaklığını cömertçe yüzüme çarparken, oldukça sıcak esen rüzgâr yürümemi zorlaştırıyordu. Ayağıma demir dikenleri batmasın diye adımlarımı ölçerek atıyordum. Bir an kafamı kaldırıp köye baktım. Köy irili ufaklı tepelerden en büyüğünün üzerine kurulmuştu. Evler kerpiçten yapılmış, bazıları kireçle badanalanmış bazısı da olduğu gibi bırakılmıştı. Her evin önünde asma ve dut ağaçlarıyla kaplı bir bahçe vardı. Evlerin hemen yanında hayvanları barındırmak için yapıldığı anlaşılan derme çatma kulübeler… Biraz daha yukarıda yamaçtaki patika yoldan bir toz bulutu eşliğinde koyun sürüsü köye doğru yönelmiş geliyordu. Manzarayı sürüden gelen koyun çıngıraklarının sesi tamamlıyordu. Rüzgâr önüne çıkan, sararıp kurumuş otları önüne katarak gökyüzüne doğru uçuruyordu. Uçuşan otlar bir müddet sonra gözden kayboluyordu. Az ilerde yaşlıca bir adam iki eliyle bir çuvalın kenarlarını kavramış tutuyor, çuvalın içinde bir çocuk zıplayıp duruyordu. Rüzgâr çocuğun kahkahalarını kulağıma kadar taşıyordu. Biraz daha yaklaşınca saman yığınını fark ettim. Çuvallar daha fazla saman alabilsin diyeydi, çocuğun zıplayıp durması. Beni fark edince ikisi de ellerini kaldırıp selam verdiler. Aynı şekilde karşılık verip yürümeye devam ettim. Köyün hemen girişinde bir adam kırmızı toprak ile buğday saplarını karıştırıyor, bu karışıma su ekleyerek çamurlaştırıyordu. Yaptığı çamuru ahşap kalıplara koyarak, kuruyup kerpiç olsun diye güneşe bırakıyordu. Adam ahenkli bir şekilde çalışırken, oğlu olduğunu düşündüğüm bir çocuk adamı hayranlıkla izliyor, bir yandan da kendi küçük kalıbına çamur dolduruyordu.

Köyde seferberlik ilan edilmiş gibi herkes bir koldan çalışıyordu. Köyün meydanına büyükçe kazanlar kurulmuş bulgur yapmak için buğdaylar kaynatılıyor, kimisi de dağdan topladığı odunları kırıyordu. Taşlı yolda yürümeye devam ediyorum, misket oynayan çocuklar beni görüp hemen etrafıma toplanıyorlar. Hepsinin gözlerinde bir ışıltı, sevimli yüzler. Tenleri güneşten yanmış, çoğunun pantolonunun dizi yırtılmış, yamalı giysilerle, esmer köylü çocuklar…
İsimlerini soruyorum tek tek cevaplıyorlar:

“Ömer, İsmail, Nuri, Hüseyin” diye yanıtlar alıyorum.

“Peki, kim bana muhtarın evini gösterecek” diyorum, bir anda herkes İsmail’i işaret ediyor.
“Babam” diyor İsmail, gözleri ışıldayıp gülümseyerek.

O akşam muhtar ve köylülerle tanıştık. Yer sofrasında yemek yedik, çayla birlikte kuru üzüm ve sac tavada yapıldığını sonradan öğrendiğim kavrulmuş nefis nohutlardan yedik.

Ertesi gün okulu ve öğretmen lojmanını tüm köylülerin katılımıyla imece usulü hazır hale getirdik. Burada yaşayan insanlar köye gelmeden önceki endişelerimi, korkularımı yerle bir ettiler kısa zamanda. Köyü ve burada yaşayanları bu kadar çabucak sevebileceğim aklımın ucuna gelmezdi. Köyde herkes birbirini tanır, selamsız geçilmezdi hiçbir zaman.

Derme çatma bakkalında, her şey bulunmazdı ama kara kaplı bir veresiye defteri bulunurdu. Bakkalda kimse eli boş gönderilmez, parası yetmeyene hasat sonunda ödersin denirdi.

İnsanların sadık yâri kara topraktı. Yüksekçe ve geniş meralarda koyunlar, keçiler otlatılır, sütünden mis gibi peynirler, çökelekler, yoğurtlar yapılırdı. Eşekle yük taşınır, herkes kendi buğdayını, arpasını eker, hasat zamanı yine imece usulü herkes birbirine yardım ederdi.

İnsanlar hamurunu kendi yoğurur, çalı çırpıyla ısıttığı tandırlarda mis kokulu ekmekler yaparlardı. Yemekler yer sofrasında kurulur, çocuklar tencerede ne kaynasa onu yer, sofradan şükürle kalkarlardı. Bahçelerde üçer beşer domates, biber, patlıcan fidesi dikilir tüm mevsim yemekler bunlarla yapılır, bereket hiç eksik olmazdı. İnsanlar oluk oluk alın teri akıtır, yatağa girer girmez uyur, sabah horozlardan bile önce uyanırlardı…

Sonbahar

Öğretmenler gününde çocuklar kuru üzüm, ceviz, tandır ekmeği getirmiş hepsini tek tek öperek teşekkür etmiştim. İsmail ise henüz ortalıkta yoktu. Bir süre sonra kapı çaldı, İsmail’in elinde bir sepet dolusu yumurta, üstü başı dağılmış şekilde masama kadar gelerek, “Öğretmenler Gününüz kutlu olsun öğretmenim.” deyip sepeti bana uzattı.
İsmail’e latife yapayım diye:

“Kaç tane yumurta getirdin bakalım bana?”diye sordum.

İsmail bir yandan üstünü başını düzeltip, bir yandan da “Öğretmenim insan hiç sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı? Kümesteki ne var ne yoksa size getirdim.” diye karşılık verdi.

Bu cevap karşısında nefesim kesildi, ağlamamak için kendimi zor tuttum ve sıkıca İsmail’e sarıldım. Bu saf ve güzel yürekleri gördükçe mesleğimden ve bu mesleği yapmaktan daha fazla gurur duyuyordum. Köyüme, (artık benim köyüm olmuştu) olan sevgim o kadar artmıştı ki, şehre inmek istemiyor, resmî evraklar için gittiğimde ise; dolmuşun en son koltuğuna oturur köyü izler, dönüşte ise daha çabuk varayım diye en ön koltuğa otururdum.

Sonbahar kısa sürüyor köyde, yağan bir yağmurdan sonra buz gibi soğuklar başlıyor, yüksek tepeler cibinlik giymiş gibi karla kaplanıyordu.

Kış

İsmail bir gün elinde bir şeylerle içeri girdi. “Ne var elinde İsmail” diye sordum. “Kestane öğretmenim” dedi. Baktım elinde bir avuç palamut, gülümsedim “Bunlar kestane değil ki palamut…” Suratı düşünce bozuntuya vermeden; “Getir bakalım kestanelerini de sobada pişirelim.” dedim.

Gürül gürül yanan sobada pişirdik kestaneleri, ilk defa yemiştim ve o kadar acı bir şey yemedim daha önce ama o çocuklarla yemek o kadar tatlı gelmişti ki bana, haftanın bir gününü palamut günü olarak kararlaştırıp bunu düzenli şekilde yapmaya başladık daha sonra.

Dönem arası Bursa’ya gittim, Annem ve babam beni görünce gözyaşlarına boğuldular, zayıfladığımı, kendime hiç iyi bakmadığımı bir daha oraya gitmememi söylediler ama nafile. Orada ne kadar mutlu olduğumu bilseler, eminim hiç bu konulara girmeyeceklerdi.

Yine gözyaşlarıyla uğurladılar beni. Dönmeden çarşıya uğramış biraz kestane ve kestane şekeri almıştım çocuklar için.

Dönüş yolunda sapsarı olan her yer karlarla kaplanmış bu sefer beyaza boyanmıştı.

Köy minibüsünde en önde yer bulmuş, karlar altında köyü izliyordum. Yaklaşık bir metre yağan kar yolu kapatmıştı. Bu sefer daha uzak bir yerde inmiştim dolmuştan.

Yürürken istemsizce saymak geçti içimden ama İsmail’in “İnsan sevdiğine götürürken hiç sayar mı öğretmenim?” demesi geldi aklıma, ben de sevdiğim yere gidiyordum ve saymak yakışır mıydı, insan sevdiğine gidince?

Yürürken bir taraftan da köyü seyrediyordum. Karlar altında bir başka güzeldi köy. Duman bacalardan ince ince süzülüyordu. Birkaç çocuk evden getirdikleri rengârenk leğenlerle yokuş aşağı kayıyor, bazısı da kartopu yapıp birbirlerine hücum ediyorlardı. O kış yeni bir lezzet daha tanıdım. Kahvaltımı yapmış kitap okuyordum. Bir an kapıdan bir tıkırtı sesi duydum, kapıyı açmak için kapının kolunu tuttuğumda içimi ısıtan bir sıcaklık hissettim. Kapıyı çalan İsmail’di. “Nedir bu İsmail?’’ dedim.’”Bunun adı karsambaç, yiyin çok güzel bir şey.” dedi ve demir taşı elime sokuşturup koşarak uzaklaştı. Gerçekten çok güzeldi karsambaç. Son yağan taze ve yumuşak kara pekmez eklenerek yapılan basit ama çok lezzetli bir tatlı türüydü bu.

İlkbahar

Burada yaşamak benim için pastoral bir şiir gibi akıp gidiyordu. Mevsimler mukaddes bir düzen içinde birbirini kovalıyordu. Güneş sıcak yüzünü göstermeye başlayınca karlar eriyip gitti. Donmuş, kaskatı olmuş toprak yumuşamış; yüzlerce çeşit çiçeğe gebe bir hale gelmişti Bahar denince aklınıza gelen ne kadar güzellik varsa, hepsini bir arada barındırıyordu bu köy. Yüksek dağlardan eriyen karların oluşturduğu küçük derecikler, dere boyunca ters laleler, karahindibalar, yabani menekşeler, papatyalar, rengârenk sinek kuşları, çamurdan bir çömlek gibi yuvalar yapmış kırlangıçlar. Yazın sapsarı olan neresi varsa, şimdi koyu bir yeşille kaplanmıştı. Köylüler hayvanlarını otlatmaya çıkarıyor, küçük kuzular özgürlüğüne kavuşmanın mutluluğu ile çayırlarda zıplayıp türlü oyunlar yapıyorlardı. Bir gün yine evrak işleri için şehre inmem gerekti. Yol boyu nedenini bilmediğim bir sıkıntı içimi kemiriyordu. Şehre yaklaştıkça kalbimin daha hızlı çarpıyor, soluk almakta güçlük çekiyordum. Nerden bilebilirdim ki her şeyi geride bırakıp gideceğimi? İşlerimi halletmek üzere şehre vardığımda anne ve babamdan çok kötü bir haber aldım. Babamın kullandığı araba şarampole yuvarlanmış ve ikisi de çok ağır yaralanmıştı. Hiç kimseye haber veremeden ilk otobüsle Bursa’ya gittim. Babam geceyi çıkaramamış, doktorların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamamıştı. Annem ise bir ay süren yoğun bakım sürecinden sonra nihayet gözlerini açabilmişti. Beni karşısında görünce gözleri ışıldadı ve bir daha gitmemem için yalvardı. Söz verdim anneme ve o günden sonra onu bir daha yalnız bırakmadım.

Yaşlı adam koltuğunda sallanırken, yaşadıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp geçmişti. Hiçbir açıklama yapmadan, sevdiği ve çok sevildiğini bildiği yerden ayrılmış olmanın hüznü ve mahcubiyeti okunuyordu gözlerinden. Sandalyesinden kalkacak gücü bulamadı, bir süre daha öylece kaldı. Sonra kapının çalındığını duyup tüm kuvvetini topladı ve ayağa kalktı. Biraz da yüzündeki hüznü silmek için lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı.

İsmail…

Öğretmen o gece dönmedi. Sonraki gece de ve diğer gece de… Tüm köy merak içinde ne olduğunu anlamak istiyordu ama kimse de ne yapacağını, kime soracaklarını bilmiyorlardı.

Aradan günler geçti artık herkes ümit kesmişti öğretmenden. Bir tek İsmail ümidini yitirmemişti. Her gün köy dolmuşunun geçtiği yeri gören yüksekçe bir yere oturup içinden dualar ederek öğretmeninin gelmesini bekliyordu. Hiç anlam verememişti; bir insan sevdiği ve sevildiği bir yerden neden gitmek istesindi bu şekilde? Uzun süre öğretmeninin yolunu gözledi ama nafile, giden bir daha dönmeyecekti. İsmail, öğretmeninin “Çocuklar okuyun, kendinizi, ailenizi seviyorsanız okuyun. Bu sizin için güç olacak ama biliyorum ki bunu başarabilirsiniz, bunun için kendinize olan güveninizi hiçbir zaman kaybetmeyin.” sözünü unutmamıştı. “Sizi de seviyorum bu yüzden de okuyacağım” diyememişti belki öğretmenine ama İsmail okudu, Kaymakam oldu. İlk görev yeri Bursa’nın şirin bir ilçesi oldu. Uzun uğraşlar sonucu öğretmeninin adresine ulaşmıştı. Şimdi öğretmeninin kapısında beklerken içinde tarif edilmez bir heyecan ve mutluluk vardı. Kapıyı çaldı. Yaşlı adam açmak için kapının kolunu tuttuğunda tüm bedenine yayılan bir sıcaklık hissetti, kapıyı açtı. Karşısında düzgün giyimli, güler yüzlü bir genç, ışıltılı gözlerle ona bakıp gülümsüyordu.
İsmail’i tanımamıştı. “Kimsiniz?” diye sordu.

Karşısındaki genç heyecanlı bir sesle:

“Öğretmenim ben İsmail, size kestane getirdim.” dedi.

 


Recep Bingöl

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • ŞİRAZE , 17/12/2019

    ”Öğretmenim insan hiç sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı?” Okuyunca Allahu Tealanın üzerimze yağdırdığı bizleri içinde yüzdürdüğü sayısını yalnızca kendisinin bildiği nimetleri şöyle bir tefekkür ettim. Yediğimiz ekmek, içtiğimiz su, üzerinde hayat sürdüğümüz toprak, başımızın üstündeki gökkubbe hepsi sessiz sedasız bizlere hizmet ediyor. Kıymetlerini bilmediğimiz bu nimetler yüzünden Rabbim azaplandırmıyor, cezalandırmıyor. Rahmet ediyor, sabrediyor. Oysa bizi böyle sevgisiyle şefkatiyle kuşatan merhametlilerin eN merhametlisi Rabbimize ne kadar da nankörüz !

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir