Şehrin Ruhu

İstanbul’da yaşıyorum. Ailem ise Kocaeli’de. Üniversiteyi Konya’da okudum. Öğrencilik yıllarımın bir döneminde de Ankara’da bulundum. Demek ki hayatımın son on yılından fazlası büyük şehirlerde geçti ve geçiyor diyebilirim. Hâlbuki doğum yerim Görele ve büyüdüğüm şehir Tokat… Yani küçük şehirlerde ve hatta köylerde de hayatın nasıl yaşandığını tecrübe etmişim. Belki bu sebeple olsa gerek, şehir-insan metaforundan hareketle şehirlerin de tıpkı insanlar gibi bir meşrebi, mizacı, karakteri olduğu yönünde -yakın zamana kadar sağlamasını yapamamış olsam da- bir inancım mevcuttu. Artık bu, elde ettiğim bir bilgi mesabesinde.

Balıkesir’i tanımama, güzel bir dost edinmem vesile oldu. Bizi buluşturan şey ise genelde sanat, özelde ise müzikti. Kendisi Balıkesir’de yaşıyordu ve geçen sene evime misafir olarak gelmişti. Ben de iade-i ziyarete memurdum artık. Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardı sonuçta. Tüm iş-güç ve uğraşımı bir kenara iterek; tebdil-i mekânda ferahlık vardır da diyerek gittim Balıkesir’e. Bu dostum, gerek şehrin uzakça bir ilçesinde yaşadığından gerek mütevazı bir hayat sürdüğünden, Balıkesir’in merkeziyle ilgili pek bilgi sahibi değildi. Nitekim ben de onunla birlikte bir süre ilçede kaldım fakat şehir merkezini de görmek istiyordum. Zira duyduğuma göre burası, tam da benim kriterlerime uygun bir şehirdi. Efendim bendeniz, bir şehirde iki şeye bakarım; birincisi tarih, ikincisi ise zengin bir mutfak… İşte Balıkesir’i, tam da bu iki unsurun izdivacından ve çok daha fazlasından oluşmuş, gelişmiş bir şehir olarak buldum. Gelgelelim, bunun henüz bilincinde değildim.

Bahsettiğim üzere arkadaşımla birlikte şehrin merkezini keşfetmek durumundaydım; zira sevgili dostum, benim kadar olmasa da merkezi pek tanımıyordu. Açık söylemek gerekirse bu durum, beni daha çok heyecanlandırmıştı çünkü şehre ilk dokunuşum, onunla tanışışım, görücü usulüyle değil, -tabirimi mazur görün- flört tarzında olacaktı.

Bir zaman, iş icabı Bursa’ya gitmem, şehri tanımam, tıpkı görücü usulüyleydi. Nasıl mı? Tabiî ki şehri damarlarına varana kadar sokak sokak, dükkân dükkân bilen bir ehil mihmandar marifetiyle. Siz bu kişiye, mevzu bahis insan olduğunda çöpçatan gözüyle de bakabilirsiniz. Şehirle aramı yapmaya memur bir işgüzar… Dolayısıyla Bursa’ya âşık olmuştum olmasına fakat onunla tam bir etkileşime geçememiştim. Sokakları adımlanırken kaybolunmayan, yerlisiyle sohbet ortamı kurulamayan geziye gezi mi denir Allah aşkına! Önceden bilinen ve belirlenmiş yerlere giderek planlı bir program çerçevesinde tıpkı âdet ve kuralların duvarları arasına sıkışmış bir tanışma ve nişan töreni gibi hem-hâl olunur mu bir şehirle? Kısacası bilmedik bir mekânla halvetin heyecanı başkadır. Tıpkı İtalya’nın Bologna şehrinde yine bir ahbabımla yaptığım gibi… Bu ise başka bir hikâyenin konusu.

Lafı uzatmayayım, Balıkesir’de ilk olarak Zağnos Paşa Camii’ni ziyaret ettik. Kalabalık bir cemaatle kıldığımız Cuma namazının ardından avlusunda yaptığım gezinti sonucu anladım ki burası da İslâm geleneğine uygun bir şekilde cami etrafına inşa edilmiş kadim bir şehir. Hele avlusundaki 550 yıllık olduğu söylenen güneş saati, vaktinde namaz saatlerinin hesaplandığı ve ilân edildiği muvakkıthanesi, hepten dikkatimi celp etti. Sonrasında caminin 1461 senesinde koca Fatih Sultan Mehmed Han’ın 48 adamı tarafından 6 haftada yapıldığını öğrendiğimde merakım daha da arttı. Burasının, Mehmet Akif Ersoy’un millî mücadele yıllarında hutbe verdiği; hatta Mustafa Kemal Paşa’nın o meşhur ilk ve tek hutbesini irad ettiği yer olduğu da edindiğim bilgiler arasındaydı.

Epeyce oyalandıktan sonra gözümüze ilk ilişen yere girip bir şeyler yiyelim dedik. Tabiî bu şeyler, daha önce yemediğim, buranın yerel lezzeti olmalıydı. Biz de öyle yaptık. Bu yerin adı Kanaat Lokantası’ydı. Ne hoş isim! Çalışanlar, meslekte on yılları devirdiği belli kişilerdi; güler yüzlü, temiz ve sıcakkanlı. Masamızı süsleyen nimetin adı “pideli”ydi. Yanında da leziz bir Osmanlı şırası… Derken tam arkadaşımla koyu bir muhabbete girmiştik ki yanımıza gür sesli, gür bıyıklı, yapılı bir amca gelip oturuverdi. Mekâna, sesli bir selamla girmişti. Masamıza da aynı şekilde oturdu. Sonradan bu şehrin lokantalarıyla ilgili öğrendiğim şey beni epeyce şaşırtacaktı. İstanbul ve benzeri illerde olduğu gibi masalar, bir kişiye veya birlikte gelmiş insanlara mahsus değildi burada. Bir masada birbirini tanımayan insanlar yemek yiyebiliyor, muhabbet edebiliyor, hatta tanışabiliyorlardı.

Gelelim bizim dayıya… Bu arada, masamıza oturan amcaya herkes “dayı” diye hitap ediyordu. Biz arkadaşla birbirimize ima ile dayıyı işaret ediyor, onu anlamaya çalışıyorduk. Tuhaf adamdı doğrusu; enerjik, mutlu ve güven verici. Birden bizimle muhabbete başladı. Nerelisiniz, ne yapıyorsunuz vb. sorular gayet sıcak bir üslupla ardı ardına geldi de geldi. Sonrasında da başladı bilgi vermeye. Efendim meğer dayımız, Balıkesir’de bilinen bir zâtmış. “Pala Dayı” derlermiş namına. 40 yılı aşkın bir zamandır an itibariyle oturduğumuz lokantada yemek yermiş. Burası, çalışanlarının ahlâkı, yemeklerindeki lezzeti ve hijyeniyle bir numaraymış. Bu tür güzel bir sohbetin ardından, hadi bakalım, çaylar benden gençler, benim dükkâna gidiyoruz, demez mi? Eh, biz de zevkle icabet ettik davetine. Giderken selam verenler, selamını alanlar gırla. Hasan Baba çarşısından geçerken bina içerisinde metfun bulunan zâtın da kendisi gibi ayakkabıcı olduğundan, mübareğin velilerden olduğundan bahsetti. Anlattığına göre meğer çarşıda ayakkabıcılık yapan, kendisi gibi bir veli olan köydeki çoban kardeşinin ziyaretiyle yıllardır söylenegelen o meşhur menkıbeye hayat veren hadisenin membaı bu kişiymiş. Hani şu mendile süt koyup da keramet gösteren, ardından da bir kadın bileğine nazar etmek suretiyle sütü mendilden damlayan velinin kıssası… Neyse Fatihalar okundu ve yol aldık oradan. Sonrasında da merkez çarşısındaki dükkânının önüne vardık.

Burası, gösterişsiz bir ayakkabıcı dükkânıydı. Gelir gelmez hemen dayının taburesi getirildi. Tabiî bizler de bu kalender adamın misafirleriydik ve aynı şekilde bize de bir izzet bir ikram bir konuk severlik gösterdiler ki sormayın gitsin. Çaylar geldi, sohbetler edildi. Dayımız, Adnan Menderes’in şehri ziyaretinde onu nasıl karşılayıp ahbaplarıyla rahmetli başvekili sırf muhabbetten omuzlarına aldığını, eski bir amigo olduğunu, çarşının simgesi olduğunu anlattı da anlattı. Siyah-beyaz fotoğraflarla da ispatladı eskiye dair iddialarını. Dayıyı gerçekten çok sevmiştik. Bu arada çarşının kalabalığında selam verip hal hatır soranların haddi hesabı yoktu… Bu suretle sohbetimiz sık sık bölünüyordu. Kadir Savun babacanlığı, Hulusi Kentmen tatlılığı, Ali Şen neşesi, Erol Taş heybeti vardı mübarekte. Velhasıl Yeşilçam’dan fırlamış gibi bir karakterle efsunlanmıştık. Ancak o ana kadar sevgimiz, hayranlığa evirilmemişti henüz. Evet, etrafındakiler ona hürmet ediyorlardı ve evet, yaşının sekseni geçkin olduğunu öğrendiğimizde maşallahlar çeke çeke bir hal olmuştuk ve evet, enerjisiyle bizi kendine bağlamıştı ancak şu son olaydaki kadar değildi bunların hiçbirisinin etkisi.

Çaylarımızı yudumluyor, dayı sigara kullanmadığından, arkadaşımla birlikte çekine çekine tüttürüyorduk ki arkadan gariban ve yoksul oldukları her hallerinden belli bir kadınla iki çocuk yaklaştı. Pala Dayı, sanki sezmişçesine arkasına döndü ve gayet babacan bir tavırla, “Hoş geldiniz kızım,” dedi, “Buyurun, girin dükkâna, yardımcı olsunlar.” Sonra da saçlarına ak düşmüş bir dükkân çalışanına, “Oğlum, kızıma bir yardımcı oluverin,” diye seslendi. Bir yandan dayıyı dinliyordum, bir yandan da gözüm olan bitendeydi. Dükkândaki kişi aldı kadınla çocukları ayakkabıların yanına. Bu arada yan dükkândaki adam yanaşıp şunları söyledi: “Ohooo, olmadı böyle Pala Dayı, tüm sevabı sen mi kazanacaksın! Valla kaptırmam, çocuklardan biri berim.” Ben, arkadaşımla olan biteni şaşkınlıkla izlerken bir yandan da dinliyorduk dayıyı. Dayı, kadınla çocuğu çağırdı yanına ve sordu: “Kızım, her şeyleri tamam, değil mi? Ayakkabı, defter, kaban, kalem, çanta… Bak, varsa da söylemiyorsan günahı boynuna!” Kadın, gayet utangaç bir tavırla, “Yok dayı, Allah razı olsun,” diye karşılık verdi. Dayı da diğer dükkândaki adamın giydirdiği çocuğun omzuna dokunarak, “Hadi bakalım, uğurlar ola, kapım hep açık, ona göre,” dedi ve uğurladı. Bu ne güzel bir manzaraydı! Kendimi o eski mahalle ve şehir kültürünün tarihten fırlamış bir temsili içerisinde bulmuştum. Sonrasında bizler de vedalaştık dayıyla. Tabiî, elini öpüp hayır duasını aldıktan sonra.

Sonraki günlerde şehir, benim için çok daha sevimli bir yer halini almıştı. Atatürk parkının huzur verici güzelliği, şehrin ferah çarşıları, eskiden kalma yapıların dükkân niyetine kullanımı, hatırıma gelen ayrıntılar arasında. Hele Hünkâr önünde iskender uğruna kuyruklarda bekleyenlerin arasına katılıp o beklemenin ardından kuyruktakilere hak vermek, sonrasında da ekmek tatlısını tatmak… Çorbacım denen bir yerde leziz bir “tirit” yedikten sonra adamın bizden öğrenciyiz diye indirimli hesap alması ve gariban birini gayet güler bir yüzle doyurması… Osmanlı Kafe’nin özgün dizaynı ve güzel müzikleri eşliğinde içtiğimiz filtre kahvenin aroması ve o unutulmaz kek… Yeni binalarla iç içe geçmiş tarihî camiler, çeşmeler, yapılar… Hele Müstesna adında bir kafenin kendine has dekorasyonu ve müzikleri eşliğinde yaşadığım bir nevi meditasyon deneyimi… Tüm bunların ardından eminim ki ben şehri sevmiştim şehir de beni. Daha dikkate değer tarafı, buralı olan dostum dahi benimle birlikte yeniden tanımıştı memleketini. Demem o ki insanlarındaki güzellik, sokaklarındaki tarih, yemeklerindeki lezzetle Balıkesir, bambaşka bir şehirdir vesselam.

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir