
Sevgili Okur…
Küçücük bir tohumdum. Filizlenip toprağı yararak başımı güneşe göstermiştim. Yaşadığım orman bol yağmur aldığı için köklerimi iyice toprağa salmış, çabucak serpilip büyümüş, gövdem kalınlaşmış, dallarım da etrafa genç bir kızın saçları gibi dağılmıştı. Dallarım, cıvıl cıvıl kuşların sesleriyle aşka geliyor, boyum semâya doğru yükseldikçe, kendimde büyük bir emniyet hissediyor, bin yıl yaşayabileceğimi düşünüyordum. Bir gün içimi tırmalayan gürültüler işittim. Homurtuya dönüşen konuşmalar geliyordu uzaktan. Hoyrat seslere alışmamış kulak zarımın bekâreti ilk o gün bozuldu. İnsan denen varlığı ilk o ânda tanıdım. O zamanlar bu tanışıklığın hiç bitmeyeceğini nereden bilebilirdim ki!?
Ellerindeki makinelerle etrafımdaki komşularımı bir bir kesmişlerdi. Kaçınılmaz olarak sıra bana da gelmişti. Gövdem kesilmeye başlandığında, insanların kendilerine yol açtıklarını, artık topraklarımda tek bir ot bile bitirmeyecek şu ucube asfalttan atacaklarını, demir yığını otomobillerinin egzozundan dünyaya zehir akıtacaklarını öğrendiğimde canım iki defa yanmıştı. Beni aslî vatanımdan ayırmışlar ve hiç bitmeyecek bir gurbete yolcu etmişlerdi. Dallarım odun olarak ayrılıp yakılmaya gönderilirken, gövdem, usta bir kerestecinin elindeki hızara teslim edilmişti. Bir sonraki uğrağım ise mahir bir marangozdu. Onun elinde ölçülüp, biçilip masaya dönüşüverdim ve bir mağazanın vitrininde beni görücüye çıkarmıştı. Birkaç kişi sadece bakmakla yetinirken, ilk sahiplerim beni mutfaklarına yerleştirmişti bile. Üzerimde envaî çeşit yemekler yenildi. Çok hoş sohbetler edildi. Bacaklarıma yapışarak ayağa kalkmaya çalışan çocukların sesi ormandaki kuşları hatırlattı. Zamanla iki küçük çocuk da büyüdü. Ben artık dört kişiyi ağırlıyordum ve kendimi evin demirbaşı olarak düşünüyor, buradan hiç ayrılmayacağımı hissediyordum ve bu hâl çok hoşuma gidiyordu.
An geldi ki evin hanımının benden bıktığını hissetmeye başlamıştım ve birden kendimi kapının önünde buluverdim. Bu kadınları anlamak gerçekten güç! Bu kadar duygusal bir varlık olmalarına rağmen, bizlerin üzerine titremeleri, çok hoş dantelli örtülerle süsledikleri hâlde, gözden çıkardıkları ân kullandıkları eşyaya hiç acımıyorlardı. Yeni olan her şey eskinin bütün cazibesini alıp götürüyordu. Kadınların gözünde her şey bir nesneydi belki de. Tam da bu yüzden kadınlar nesneleştirdikleri adamlarla da konuşmazlardı. Tuhaflıkları elbette bununla bitmiyordu. Bir kadının bir erkeğe savaş açması aslında kendini korumaya geçmesiydi. Bir erkeğe teslim oluşu da saldırıya geçişiydi.
Erkekleri de anlamak güç. Evde olduğum sürece bana bir kez özen göstermedi. Bir kez üzerimi temizlemedi. Hatta içtiği sigaranın küllerini de başımdan aşağı boca etti. Benle alâkalı hiçbir bağının olmamasına rağmen, evden gideceğimi anlayınca, hâlâ işe yarayacağıma dair şeyler geveledi. Gerçekten tuhaf varlıklar. Hem kendine itaat edecek, sözünü dinleyecek kadın ararlar, onu buldukları anda da kendine asi gelebilecek, aykırı bir kadının peşinden koşarlar.
Gençler de bir acayip. Sürekli şikâyet halindeler. Hele de “Gençleri anlamak” diye bir safsata çıkarmışlar. Saçı sakalı ağarmış dedeler, neneler bile onlarla iyi geçinmek için her haltlarına göz yumuyorlar. Hele siyasetçiler… Ergenlikten bir türlü çıkamayan bu tıfıllara oy için yalakalık bile yapıyorlar. İşte bu gençler ormandaki isyankâr, dik kafalı genç ağaçları hatırlatıyor. Gençleri anlamakmış. Peh! Anlamı olmayan bir şeyin neyini anlayacağım ki?
İkinci el eşya satan bir adamın eline düşünce ilk kesildiğim gün gelmişti aklıma. Dallarım gibi ben de artık odun olup yakılmayı beklerken, munis yüzlü bir adamın yanıma yaklaşan ayak seslerini duydum. Parmaklarını üzerimde gezdirdi ve beni işine yarayacağını düşünerek satın alıp kendi dairesine yerleştirdi. Etrafımdaki iki kitaplıktan sonra evin üçüncü eşyası olmak beni bu ahir ömrümde mutlu etmişti.
İkinci sahibim öncekilere hiç benzemiyordu. Mesela üzerimde hiç yemek yememişti. Bana karşı derin bir saygısı vardı. Ama beni ona karşı en çok yaklaştıran şey; akrabam olan kalem ve kâğıtla beni aynı yerde tutmasıydı. Gurbetim biraz da olsa sılaya dönmüştü. Sahibim gerçekten tuhaf bir adamdı. Her dışarı çıktığında elinde mutlaka yeni kitaplarla gelirdi. İtinayla üzerime koyar, aldığı tarihi yazar ve içine değişik notlar düşerdi. Onların bir tanesini bile burada açıklayacak olsam sahibimi kliniğe tıkardınız.
Tamam, dostum beni üç günden fazla derli toplu tuttuğunu görmedim, hep kafası gibi karmakarışıktım. Hele ruhu. İnsan eli değmemiş orman gibiydi. Bütün ağaçlar birbirine girmiş sanki. Öylesine çerpeşik. Asgarî müştereklerde buluşup arkadaşlık yapabilen ve bunu devam ettirebilen insanlara bazen imrenirdi. Âzamî müştereklerde bile arkadaşlığı sürdürememek gibi kötü bir hastalığı vardı ve o birçok insanla dost olabilme ihtimalini tanışarak yitirdiğini düşünürdü. Ona göre beceriksizliğin en büyüğü insanlarla iletişim kuramamaktı. Hiç kimsenin dönüp bakmayacağı, çok kullanılmış ve bu yüzden elinde kalmış satılık tembelliği vardı. Bu huyundan nefret ederdim yine de ben onun yanında huzurluydum. Lâkin her huzur gibi bu da uzun sürmedi. Üzerimde yazdığı bir hikâye taslağından sonra geri dönmedi. Açıkçası zayıf bir metindi. Ölüm üzerine yazılmış dev bir külliyat varken yazdığının bir karşılığı olmayacağını bildiği için Ölüm Temennisi diyerek kurtarmaya çalışmıştı yazdığını belki de. Neyse, siz bu satırları okurken benim parçalarım sahibimin akrabalarına çay demlemek için çatır çatır yanıyor olacaktır, zaten ben de ölümsüzlük hissini sonuna kadar yaşamak, unutulmamak için bu mektubu yazdım.
Celal Kuru
3 Yorum