Ateşin Yalımları

Kendimi bilmeye başladığım ilk günden bu yana, rüyaların serin yüzüyle muhatap olurdum hep. Tâ ki üç gün önce gördüğüm o kâbusa kadar. Üç gündür yediğim lokma boğazıma çakılıyor, geceleri gözümü kırpamıyorum. Ne ne meş’um, ne zalim bir rüya; anlatamam! Çekip verdiğim nefesle ciğerlerim yanıyordu neredeyse.  Zannedersin ki hava, hava değil de gür bir ateşin yalımlarıydı. Biz küçükken, mektepte muallim bey hep “Oksijen yakıcıdır.” derdi de “Bunu mu kastederdi acaba?” diye düşünmeden de edemiyordum.

İkindiden sonraydı. Güneş eğildikçe eğiliyor, batacağı yer garp değil de benim göğsümmüş gibi âdeta üzerime üzerime geliyordu. Üç gündür boğuşup susturmaya çalıştığım rüyam, bugün içimi eziyor, bir türlü rahat bırakmıyordu. Ne yapsam, nereye gitsem yakayı kurtaramıyordum pençesinden. Otursam oturduğum döşek yalazlanıyor; kalksam yürüsem, tozu dumana katıyordum. Ne yapacağımı bilmez bir hâldeydim. Bir aralık bizim Rahşan ilişti gözüme. İlişti ama nasıl! Tam böyle tıknaz, böyle meflûç bir vaziyette; öylesine mehabetli, öylesine merhem gibi görünmez mi gözüme… Bastığı yer, kum arazi değil de kızgın bir sacmışçasına ayakları üç saniyeden fazla durmuyordu yerinde; inip inip kalkıyordu. Başı da horozibiği gibi aşağı yukarı inip kalkıyordu… İçine sert bir rüzgâr düşmüş de vücudunu ırgalıyor, burnundan ve ağzından sertçe taşıyormuş gibiydi.

Bir anda kendimi köyün çıkışında, gittiği çayırlardan erken dönen Çoban Sadri’nin sürüsünü yararken buldum. Köyde adım iyice deliye çıkıyordu ama, umurumda mıydı? İçim cayır cayır… Zannımca içimdeki ateşi, koşan o cana versem yolu yarı etmeden çatlardı. “Ona fazla ama! Ona fazla! Bu ateş, bende gerek!” dedim ve bir daha dehledim. Rüzgârı yara yara süzülen, gamsız bir ok gibiydi desem, mübalağa arama! Civarın en hızlısıdır. Başkası olsaydı böyle uçmazdı belki ama üstündeki ben ve cılız bedenim olunca, aşka geliyordu sanki hayvan. Bizimkiler de “Sıska!” diye tefe koyup dursunlar beni. Hey gidi! Sen gel de onu bizimkine sor. Beni görünce gözü parlıyor masumun.  Hem bir de ben, kimseye yük olmak istemez biriyim. Varsın, tefe koysunlar beni, sıskalığımı. Rahşan bilir, gün olur onlar da bilir belki, omuzlarındaki hafifliği…

Sizin köye vardığımda gün iyicene yumulmuştu yerine. Oturup plan yapsam bu kadar iyi olmazdı, emin ol. Çünkü gündüz gözü gelsem, köye girsem, derlerdi bilirim, “Bu Behzatların oğlunun derdi n’ola acep, bunca telaşe niye?” diye. “Hayr’ola Rıfat? Hangi yel attı seni bu yana, böyle bin bir renge girmişsin?” gibi bir şey dese biri mesela, o hurda olmuş aklımla tek kelime sarf edemeyeceğime kalıbımı basarım. Ne var ki herkes yuvasına çekilmiş, o saatte ihtimal, sofrasına gömülmüştü. Ben de geçip evinizin yanındaki ağaçların, kör bir noktasına sindim, seni beklemeye koyuldum. Bir kıpırtı göreyim senden, bir cızırtı işiteyim yeter, diye. Yaşadığını bileyim maksat, Rahime’m; yaşadığımı bileyim.

Vakit ilerledikçe ilerliyor ve gecenin gerginliği, karanlığıyla bir olup gırtlağıma çöküyor; yüreğim, ağzıma gelip gelip gidiyor ama senden bir emare görünmüyordu! Diğer bekleyişlere benzemiyordu bu. Başkaydı, bambaşka! Çünkü beklerken orada günler, haftalar geçti; orada sıra sıra mevsimler, bir kış, bir bahar; bir yaz, bir hazan geçti; orada resmen bir çocukluk, orada bir gençlik… Hayır hayır! İster inan, ister inanma, orada beklerken seni bir ömür geçti! Artık kendimi kaybetmeme, yerinden ok gibi fırlayan kaplanlar gibi sindiğim gölgeden fırlamama, kapınızın eşiğine varıp “Rahime!” diye bağırarak ortalığı inletmeme ramak kalmıştı ki bir ses geldi, sizin ön pencerenin panjurları nazlı nazlı gıcırdayarak açıldı ve biri beliriverdi karşımda. Mahlûkat kayboldu gözümden! Bir tek o pencere…  Ve az sonra nihayet yüzünü, o ay gibi şavkıyan o yüzünü tanıdım; seni tanıdım, Rahime! O ne hoş seyirlikti ah! O ne hoş temaşa… Elindeki sofra bezini birkaç kez silkeledin, durdun, başını kaldırıp göğe baktın bir müddet ve derince bir iç geçirdin. Derken omuzlarını düşürdün birden, sonra durmadın yüzünü düşürdün! Gökteki yıldızları tek tek üstüme düşürdün. Az sonra da bezini toparladın, panjurları kapadın ve içeriye döndün. İçim, Rahime! İçim sağanak yağmura rast gelmiş, yanan bir orman gibiydi o an ve sen, rahmet dolu bir bulut gibiydin. O meşum rüyanın hakikat olmadığını gördüm ya, artık eve dönebilirdim, birkaç lokma da olsa yemek yiyebilirdim, rahat rahat uyuyabilirdim…

Ve işte şimdi de sana bu satırları yazıyorum. Günler sonra nihayet, kırık da olsa bir huzurla oturduğum sofradan, dayanamadım, doymadan kalkarak geldim, geçtim masanın başına. Evvela hatırata sarıldım. Bugünün tarihini de yaldızlı bir kalemle attım. Çünkü bugün başka… Mektubu da öylesine ayrı bir heyecanla yazıyorum ki hiç sorma. Tıpkı seninle konuşuyor gibi… Duymazsın beni bilirim, ama hâl böyleyken bir şey de var ki, söylemeden edemem: Omuzlarını, yüzünü düşürme Rahime’m. Çünkü o vakit dünya çatırdayıp üstüme yıkılıyor sanıyorum.

Hatip Ekinci

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • gokce , 19/04/2016

    yemek boğazıma düğümlendi resmen. bir daha yemek yerken bu siteye girmeyeceğim :(

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir