Raşit Ulaş Çetinkaya, tasonun, misketin ve futbolcu kartlarının mevsimini anlattı.
Gerçekten içimizde bir çocuk var mı?
***
Mahallede taştan yaptıkları kalelerde top oynarken çocuklar, başka bir çocuk yaklaşır ve haykırır: “Bebeler İsa Abi’ye futbolcu kartları gelmiş, kart mevsimi başladııııı!”
Ömrümüzde duyduğumuz, son kart mevsimi başlangıçlarından birinin haykırışı olduğunu bilseydik elbette ki doya doya dinlerdik bu haykırışı.
Büyümüştük…
Otuzlu yaşlarıma merdiven dayamış olduğumu anlamamla büyümüş olduğumu anlamam arasında geçen süre yalnız bir andı. Dönüp baktığımda ardıma, doğduğum zaman ve büyüdüğüm yıllar büyük bir değişimden önceki son güzel yıllar olarak hafızamda yer ediyor.
Güzel çocuklardık, teknoloji ile kirlenmemiş…
Zaman, zihnimde yalnızca güzel anları bir daha geri getiremeyeceğimi bir mefhum olarak canlanıyor. Ama “cennet” düşüncesiyle o günleri yeniden yaşamayı istemem beni biraz daha teskin etmeye yetiyor.
Tasonun, misketin ve futbolcu kartlarının birer mevsimi vardı. Mevsim olarak isimlendirmiştik onları ki büyüklerin dünyası ile kendi dünyamızı ayırabilelim. Bütün telaşelerden uzaktık. Maddi olarak tek sıkıntımız, mevsim başlangıçlarında, ileride arkadaşlarımızı üttükçe çoğaltacak kadar taso, misket yahut futbolcu kartı alacak parayı evden alabilmekti.
-Anne, futbolcu kartı mevsimi başlamış Halil’le Fevzi almaya gittiler, yüz bin lira versene!
Bir ömrünü ev işi yaparak kocasına ve çocuklarına ömrünü harcayan anne, çocuğun para istemesiyle patlayarak:
-Hep benden iste parayı sen, hiç babandan isteme! Sanki ben kazanıyorum parayı. Ben de yok akşam baban gelince ondan al.
-Anne hadi ya yüz bin lira n’olur.
Dünya yıkılsa anne vicdanı yıkılmaz:
-Al hadi git, akşam geç kalma, ezan okunmadan gel.
Arkadaşlarından geri kalmamanın ve yeni mevsimin başlangıcına yetişmenin sevinciyle annesinin boynuna “Aslan Annem” diyerek atlayan Yusuf için annesi de babası da aslandı ve aslandan daha güzel bir hayvan yoktu onun ve onun neslinin bütün güzel çocuklarının gözünde.
Kartlarını alarak sezonu geç kalmadan arkadaşlarıyla açan Yusuf’un tek derdi sabah kalkmaktı. Gece geç yatmazdı fakat yatmadan harlanan soba, sabaha karşı söner ve okul vaktinde ev öyle bir soğurdu ki o yorganın altından vinçle bile kaldırılamayacağını düşünürdü. İşe gitmeden önce memur babası sobayı yakar ve Yusuf, ev biraz ısındıktan sonra yataktan kalkardı. Yataktan kalkan Yusuf önlüğünü giyerken düşündü: -bilmiyordu ki önlük giyen mavi çocuklar ileride ilkokula ellerinde cep telefonu ve kot pantolonlarıyla geleceklerdi.-
“Yarın Cuma, bugünü de atlatırsam eğer yarın zaten son iki ders beden, İstiklal Marşı falan derken hemen biter.”
En güzel gün Cuma değildir çocuklar için. Cuma, pazara yakındır çünkü. En güzel gün cumanın geldiğini haber veren perşembedir ama pazardır en kötü gün. Yarın sabah okul var diyerek bütün gün boyu oyunları içinde sıkıntıyla oynanan ve ödevleri ancak yatmadan önceki son saatlerde yapılan pazar.
Perşembeyi ve cumanın ilk derslerini atlatan Yusuf, tatilin ve oyunların habercisi olan beden dersine kavuşmuştu. Sınıfın en iyi topçularından olmadığı için hiç adam seçen olamayıp üçüncü dördüncü olarak seçilirdi takıma. Zayıftı, çelimsizdi ve çok hastalık atlatmıştı küçükken.
Biten beden dersinin ardından toplanan okulda İstiklal Marşı okunduktan sonra evine gitti. Yemeğini Susam Sokağı’yla beraber yiyen Yusuf için henüz sokak vakti başlamamıştı. Çünkü daha He Man’i izleyip babasının aldığı kılıçla “He Man Güç Bende Artık” dememiş, Power Rangers’ın son macerasını takip etmemişti.
Okuldan gelip televizyona karşı görevlerini yerine getirdikten sonra artık sokak vakti gelmişti. Mahallenin bütün çocukları aynı şeyleri izlediği için aynı anda dışarı damlarlardı. Henüz başlayan futbolcu kartları mevsimiyle ilk oyunlar oynanır, kartlardaki numaranın son rakamının aynı olması kazananla kaybedeni belirler, çoğunlukla da “bu ayarlıyo” diyerek karşı tarafında hile yaptığı iddiasında bulunulurdu. Hep kazananlarla kimse oynamak istemediği için kimse hep kazanmak istemezdi.
O çocuklar kazanmak için değil çocuk olmak için varlardı.
Kart oyunu bitip hava yavaştan kararmaya, ezan yaklaşmaya başladıktan sonra bir gün öncesinin ebesi “akşam ebe”liğini başka birine devretmek için çalışmalara başlar ve bir anda “akşam ebesi” haykırışıyla biri ebelenir ve herkes kendisini sokakta koşuşturmaca içinde bulurdu. Koşuşturma içinde o günün akşam ebesi Yusuf olmuş ve ebeleyecek kimse kalmadığı için evinin yolunu tutmuştu.
Cuma en güzel gün değildi belki ama güzel bir gündü. Hafta sonu atari oynaması serbestti, tabiî aileler arasında yayılan bir dedikoduya göre eğer saatlerce atari oynanırsa televizyon yanacağı için saat başı, anne gardiyan gibi gelerek televizyonu dinlendirmesi gerektiğini söylemesi oyunun en güzel bölümlerini defalarca baştan oynamasına sebep oluyordu. Sonra cumartesi sabahı Tsubasa vardı. Sabah okula kalkması için onu zorlayan anne babasının desteği olmadan sabah 8’de başlayacak Tsubasa için kendiliğinden kalkardı. Bunun yanında sınırsız oyunlar…
Cuma akşamı sabah erken olsun ve bir an önce Tsubasa’yı izleyeyim diye erken kalkan Yusuf, sabaha Tsubasa’nın Japonya milli takımına seçilmesi haberiyle güne güzel bir başlangıç yaptı ve sabah kahvaltısından sonra amcaoğluyla ataride “Contra” ve Mortal Kombat oynayarak erişilmez bir mutluluğa sahip oldu.
Öğlen sıcağı dinmeye başlamışken dışarı çıkan Yusuf kendisini mahalle maçında buldu. Meybuzuna oynanan maçı kazanan Yusuf’un mahallesiydi ve maçın sonunda en sevdiği turuncu meybuzu terli terli afiyetle bitirdi ama kolu, burnunu silmekten değişik bir renk almış annesinden okkalı bir azarı hak etmişti.
Terli terli su içmenin, burnunu koluna silmenin tadına varmayan çocuklar mı istikbalimiz?
Günün en güzel zamanlarından biri gelmişti, mahalle mahalle gezerek ağaçlara dalmak. Kaysıya dönmesine az bir süre kalan çağlalara dalmak için son zamanlardı bunlar ve en sevdikleri iş de hep beraber ağaca tırmanmışken bir anda birisinin “ağaca dalan vaaar” diye bağırmasıyla heyecanla ağaçtan inip kahkahalar eşliğinde kaçışmalarıydı. Bazen üstlerini başlarını yırtıyorlardı ama çok da pahalı değildi aldıkları zaten. LCW’nin maymununu televizyondan başka bir yerde henüz görememişlerdi. Koşmaktan susayan çocuklar, evi en yakın arkadaşlarına yoğun bir baskı yaparak evden şişeyle su getirmesini söylediler ve İlhan’ın getirdiği suyu yine terli terli, kana kana içtiler.
Mahalleye tekrar döndüler akşama daha vardı ama harcadıkları enerji hepsini acıktırmıştı. Sözleştiler, beş dakika içinde ekmek arası yapıp aşağıda yiyeceklerdi. Kaybedecek vakitleri yok, yapacak işleri çoktu.
Hiçbir çocuğa yirmi dört saat yetmez. Kimine bilgisayar başında kimine sokakta, hayatın içinde…
Sözleştikleri gibi beş dakika sonra aşağıda buluştular ama iki fireyle. Halil ve Ali yoktu. Anneleri terlediklerini görmüş olacak ki muhtemelen bir şaplak ve azar eşliğinde evden dışarı çıkamamışlardı. Kalanların kiminin elinde ekmek ve domates kimindeyse salça ekmek vardı.
Salça ekmek dendiğinde tiksinen çocuklardan mı tiksinmeli, onu teknolojiye mahkûm eden ailelerinden mi yoksa bizzat teknolojinin kendisinden mi?
Nihayet akşam olmuştu ve kâbus gününe saatler kalmıştı. -Ödevlere elbette dokunulmamıştı hem de öğretmenin bu hafta her zamankinden fazla ödev vermesine rağmen.- Neyse ki akşam korku filmi vardı da gecenin eğlencesi yarım kalmayacaktı. Geçen hafta “Çığlık” gösterildiğine göre bu hafta ” Freedy” vardı. Yusuf, Freedy’den çok ip atlayarak sayı sayan beyaz elbiseli kız çocuklarından korkuyordu. Ama ödevlerini yapmadığı aklına gelince öğretmeninden yiyeceği cetvelden daha çok korkuyordu. Filmi bitirdikten sonra yattı ve yıllar sonra üniversiteye gittiğinde bile değişmeyecek olan büyük bir yalanla, yarın sabah ilk işim ödevleri yapmak olacak diyerek, kendini kandırdı ve uyudu.
Pazar günü, gün boyu her zamanki yaptıklarını yaparak ödevini akşama bırakan Yusuf, ödev telaşesiyle akşam ebesine kalmadı ve eve erken gitti. Yemekten önce yarım yamalak özetlerini çıkardı, ünite dergisindeki testlerin çoğunu okumadan işaretledi ve ödevin büyük bir kısmını “bitirdi”. Yalnızca Türkçe kitabındaki okuma parçasının soruları kalmıştı, oradaki dört sorunun ikisi de sınıfta tartışınız soruları idi.
Akşam yemeği yenip anne babalar çaylarını içtikten sonra pazar günlerinin kaçınılmaz sonu, kaynar su ve lifin birleşmesiyle oluşan büyük işkence zamanı gelmişti. Banyo sobasını yakan ve suyu ısıtan anne bir SS subayı edasıyla ilk olarak evin büyük çocuğunu Yusuf’u banyoya -gaz odasına- aldı. Feryat, figan ve çığlıklardan sonra yeni harlanmış olan sobanın yanına yarı titreyerek gelen Yusuf’u babası giydirirdi. O anda “Parlement sinema gecelerinin” güzel müziği duyuldu ve arkadaşlarının bu hafta “Spawn” diye bir film varmış çok güzelmiş dediklerini hatırladı. Üstünü giydikten sonra televizyon karşısında yatağına girdi, o günleri çok kısa zamanda kaybedip bir daha yaşayamayacağını bilmeyerek, şuan deli gibi büyümek isteyip de büyüyünce deli gibi küçülmek isteyeceğini hiç aklının ucundan geçirmeyerek öylece uyuya kaldı.
Yusuf artık büyüdü. Sakalları var, saçlarında birkaç tane ak var ve üstelik dökülmeye de başladı. Ama Yusuf kendisini hep o mahallede meybuz yerken, futbolcu kartı, taso, misket oynarken, maç yaparken, ağaca dalarken hatırlıyor. Mahşerde dirilince de 11 yaşında dirilmek istiyor. Ve biliyor ki Yusuf, 70’lerde doğanlar 80’leri 80’lerde doğanlar 90’ları hep özleyecekler ama 2000’in çocukları kendi çağlarını hiç özleyemeyecekler…
2 Yorum