Hamza abi evlendiğinden beri mahalleliye küsmüştüm. Başka bir semtte bulduğum işe yetişmek için sabahın köründe, ilk dolmuşla mahalleden çıkıyor; iş çıkışı gittiğim kütüphaneden, mahalleye dönen son dolmuşa yetişecek şekilde çıkıyordum. Hiç kimseyi görmüyor, hiç kimseyle konuşmuyordum. Kimse de beni arayıp sormuyordu. Aşağı yukarı herkes, zaman zaman böyle bir ruh haline kapıldığımı biliyordu. Yine, mahalleye dönen en son dolmuştaydım. Kulağımda kulaklık, Pomme’nin “On Brûlera”ını dinliyordum.
Arada bir, yumulu gözlerimi açıyor ve bu tatlı Fransız kızını izliyordum. Gözlerimi tekrar yumarak kendimi müziğe bırakmış, bir yandan da “burnu fındık, ağzı kayfe fincanı” Fransız kızlarına olan hayranlığımın nerden kaynaklandığını düşünüyordum. Acaba bu, Türk kızlarıyla ilgili bende biriken olumsuz intibaların sonucu muydu? Okuldayken Bosnalı bir kızın “Türk kızları çok şımarık” dediğini hatırlıyorum. Nedense bu düşünceyi hemen kabullenmiştim. Yine de bu Fransız kızlarına olan ilgimin sebebi olamazdı. Olsa olsa şımarık Türk kızlarından nefret etmiş olmama sebep olabilirdi!
Artık, dolmuş yolculuğumun çoğu bu meseleyi düşünmekle geçiyordu. Galiba henüz altıncı sınıfa gidiyordum. Elime nerden geçtiğini hatırlamadığım, Balzac’ın Vadideki Zambak’ını okumuştum. Bir baloda, çıplak omuzlarından öpülen madamın arkasından kitap boyunca sürüklenip durmuştum. Kadına âşık delikanlıyı hatırlamıyorum, fakat kocasının bütün huysuzluğuna ve geçimsizliğine rağmen ona ihanet etmeyen madama hayranlık duyuyordum. Birer yıl arayla romanı iki kere daha okumuştum. Galiba Fransız kızlarına olan sempatim edebiyattan kaynaklanıyordu. Peki Rus kızlarına neden ilgi duymuyordum? Acaba Puşkin’in karısı için girdiği bir düelloda öldürülmesinden dolayı mı? Ya da “Menzil Bekçisi” hikâyesinde, yaşlı babasını bırakıp yabancı bir adamla kaçan, Dunya’dan dolayı mı? Ya Nastenka! Allah cezanı verecek Nastenka! Gerçi, Sofya Semyonovna’yı veya Avdotya Romanovna’yı nereye koyacağız? Hoş, her iki kadının karşısındaki erkek karakterler; düşük, aciz, çekip çevrilmesi gereken, şefkate ve sevgiye muhtaç karakterler. Bu yüzden olsa gerek erdem, bu kadınlara o kadar nakş edilmiş ki (özellikle Sonya’ya) onları bir kadından çok, bir kurtarıcı, bir Meryem ana gibi gösteriyor! İlginçtir ki bugünkü Rus erkeği de genelde sarhoş, çalışmayan, eviyle ilgilenmeyen tiptir. Evet, neden Rus kadınlarından hoşlanmadığımı buldum galiba! Çünkü Rus kadını duldur! İster evli ister bekâr olsun, dulluk bu milletin kadınının makus talihidir! Ne yargı be! Oysa Tolstoy’u hiç hesaba katmadım. Kafkas Esiri Jilin, tepeden tırnağa maskulen bir karakter değil mi? Yine Prens Andrey’in bütün o gururunun arkasında apaçık bir erkeklik yok mu? Jilin’de de aslında bir kadın kurnazlığı, bir dişi içten pazarlığı var. Prens Andrey’de de hissedilir bir kadın zarafeti… Hatta büyük komutan Kutuzov bile… Evet, Napolyon’u, Rusya’nın içlerine kadar çekip koca bir Fransız İmparatorluğu’nun yerle bir olmasına sebep olan generalde bile, bir kadın sabrı yok mu? En sonda kazanmak için, en başta her şeyi kaybetmeyi kabul eden kadın sabrı! Ve Anna Karenina! Onu anmak bile beni üzüyor! Hepsi bir yana, Tolstoy’un, ömrünün sonunda (82 yaşında) Tanrı’nın kendilerinden beklediği gibi sade bir yaşam sürmeyip, onu lükse ve şatafata boğduğunu söylediği karısından kaçıp bir tren garında ölü bulunması bile, Rus kadınına karşı olumsuz düşüncelere kapılmam için yeterli. Hislerimden yola çıkarak vardığım bu yargılarda, ilk okuduğum Rus edebiyatı eserlerinin etkisini inkâr edemem. Fakat ilk veriler yargıya dönüşürken bende mihenk taşı neydi? Öncesinde; içimde yaşadıklarım ve içinde yaşadıklarım mı? Öyle olsa bile neden ilk verilerle bir yargıya varıp daha sonra gelen verileri yargılarımla yorumluyorum. (Acaba öyle mi yaptım?) Hâlbuki yeni verileri yargılarımı yargılamak için kullanmam gerekmez mi? Aksi halde, birçok farklı konuda sorguya kapattığım yargılarımı; bilinçaltına birer demir çekirdek gibi atıp, farkında olmadan daha sonra karşılaştığım bütün meselelere önyargıyla bakmama sebep olacak, birer kara mihenk taşı gibi saklamış olmaz mıyım? Ya bütün bunlar olup biterken ruhum neredeydi? Yoksa ortada henüz hiçbir şey yokken, ruhum bütün peşin hükümlerini vermiş, eğilimlerini tespit etmiş miydi?
Neyse, bir Rus kızı bu kadar derin düşüncelere değmez! Ama ya asil Fransız kızları! Ohh Pomme!
Kendimi yine Fransız sahne sanatının kollarına bırakmıştım ki telefonum çaldı. Baktım. Hayret. Tivitır Şevket arıyor. Altı aydır, mahalleden kimsenin arayıp sorduğu yoktu. Önemli bir şey olmasa aramazdı. En iyisi cevap vermek:
– Efendim.
– Oğlum neredesin?
– Dolmuştayım abi, mahalleye dönüyorum.
– İner inmez, bizim eve gel!
– Hayırdır abi?
– Gelince konuşuruz.
– Çok önemli değilse…
– Çok, çok önemli!
Çat! Kapattı telefonu.
Benden üç ay sonra doğmasına rağmen sütannemiz olan, Kiraz anneyi benden yarım saat önce emdiği için kendisine abi diye hitap ettiğim Tivitır Şevket, on iki, sütkardeşimden biridir! Yedi kız, altı erkek sütkardeşten; gün ve ay olarak en büyük dördüncü çocuk olduğum halde, sırf Kiraz annenin en son süt verdiği çocuk olduğum için, el birliği edip beni en küçük ilan ettiler. Ben de, onlara olan düşkünlüğümden hiç zorlanmadan bunu kabul ettim. Şevket’in Tivitır lakabı ise bambaşka bir mesele. Twitter’ın ilk çıktığı zamanlar, yurt dışında ki bir akraba çocuğuna, sağlık bakanlığı adına bir hesap açtırmış, Şifa Ahmet’ten aldığı doğal ilaç karışımı tariflerini bu sayfadan paylaşarak binlerce takipçiye ulaşmıştı. On bin küsur kişiye, bir bardak kaynar suya üç damla nane yağı damlatıp, on beş dakika boyunca içine çekmeyi öğretmekle hâlâ övünür! Bereket, iş ülke çapında bir mesele olmadan sonlandırıldı. Fakat adı kaldı bir kere…
Dolmuştan indim. Şevket kapıda beni bekliyordu.
– Hayırdır abi. Neden rahmetlinin tekerlekli sandalyesine oturdun? Ayağına bir şey mi oldu?
– Yok oğlum. Gel içeri. Anlatacağım.
Odaya geçtik. Tekerlekli sandalyeyle yüz seksen derece dönüp, karşımda durdu:
– Rahmetli babaannemin hatırasını yaşatmak için, bazen evin içinde tekerlekli sandalyesiyle dolaşıyorum. Geçenlerde yine böyle evin içinde dolaşırken, aklıma engelli insanlara psikolojik destekte bulunmak için, içerikler üreteceğim bir tivit sayfası açmak geldi. Babaannemin sandalyesiyle çektiğim bir fotoyu profil resmi yaptım. Kendimi sayfaya öyle bir adadım ki, bir iki haftada bir sürü takipçim oldu. Meğer bunların içinde Cemile adında, tekerlekli sandalyeye bağımlı bir kız da varmış. Mesaj kutuma teşekkür içerikli bir mesaj attı. Ama kızı bir göreceksin. Masumiyet ete kemiğe bürünmüş, Cemile diye görünmüş! Melek desem değil, insan desem hiç değil. Huri gılman, iki gözümün çiçeği! O kadar diyorum sana. Başladık mesajlaşmaya. RT’lerin, beğenmelerin bini bir para. Çılgınlar gibiyiz. Bir iki kere de görüntülü konuştuk. Fakat bu tekerlekli sandalye meselesini daha fazla saklamanın iyi olmayacağını düşündüm. Ve durumu açıklamak zorunda kaldım. Önce inanmadı fakat görüntülü arayınca ayağa kalktım ve her şey bitti! O günden beri, her yerden engellendim. Yüzündeki ifade hâlâ aklımdan çıkmıyor. Galiba çok büyük bir terbiyesizlik ettim ve kalbini kırdım.
– Hımm!
– Bereket, önceden, oturduğu yeri öğrenmiştim.
– Yani?
– Yanisi o ki; odası evin arka tarafında kalıyor ve büyük bir bahçeye bakıyormuş. Her gün sabah namazından sonra pencereyi açıp bahçeden gelen kuş cıvıltılarını dinliyormuş.
Kaç gündür düşünüyorum. Ne yapıp edip karşısına çıkmalı ve ilanı aşk etmeliyim.
Seni de bu yüzden çağırdım. Sabah ezanına bir saat kala evden çıksak, tam vaktinde serenadı patlatacağım yerde oluruz!
– Peki benden ne istiyorsun! Yanında mı olayım?
– Oğlum, tekerlekli sandalyeyi kim sürecek? Bir saatlik yol!
– Nasıl?
– Basbayağı. Kapısına bununla dayanacağım. Eğer beni affetmezse kendi kendimi affetmeyeceğimi ve kendimi ömür boyu bu sandalyeye mahkûm edeceğimi söyleyeceğim ona.
– Sakın bana, beni buradan oraya kadar tekerlekliyle götür deme!
– Tam olarak öyle!
– Kafayı mı yedin Şevket!
– Höst!
– Kafayı mı yedin abi?
– Oğlum! Aşığım ben anlasana. Kolay mı bu? Emek istiyor. İlgi istiyor. Gayret istiyor.
– Tamam da, bu öyle bir şey olmasa gerek.
– Bilakis, bu yolda eziyetin, cefanın her türlüsü olsa gerek.
– Bence, sen vicdanını rahatlatmaya çalışıyorsun.
– Ayıp ayıp abinim ben senin!
Bu diyalog, böyle uzayıp gitti. Başka çare kalmamıştı. Sabah ezanına bir saat kala yollara düştük. Şevket bey tekerlekli sandalyede oturmuş, bense; yokuş aşağı giderken sandalyeyi tutarak, yokuş yukarı çıkarken sandalyeyi iterek, ilerliyorduk. Son düzlükte kulaklığımı takmış, yine, çaresiz kendimi Pomme’nin kollarına bırakmıştım. Epey zaman sonra, Şevket birden, tekerlekli sandalyeden ayağa fırladı. Bir hışımla bana döndü. Kulaklığımı çıkardım.
– Ne yapıyorsun ulan? Dedi. İki saattir bağırıyorum, cevap vermiyorsun!
– Müzik dinliyorum.
– Ne müziği?
– Pomme..
– Başlarım ulan Pomme’ne! Şarjın var mı?
– Var.
– İnternetin?
– Var.
– Tamam, bağlan benim ses topuna. Aç Neşet babadan… “Doyulur mu, doyulur mu?” parçasını…
– Abi sokak ortasında!
– Kesss. Dediğimi yap!
Aşk bu aşk! Uğruna rezil rüsva olmak gerek!
– Bence sen bu işi yanlış anlamışsın.
– Kesss tıraşııı! Aç dediiiim!
Kendini tekrar tekerlekli sandalyeye bıraktı.
***
Sabah ezanına yakın bomboş sokakları Neşet Ertaş’ın “Doyulur mu doyulur mu? Canana kıyılır mı?” parçası eşliğinde inletirken; yanımızdan geçip camiye giden ihtiyarlar, bize (daha çok da tekerlekli sandalyeye kurulmuş olan Şevket’e) bakarak kafa sallayıp gülümsüyorlardı.
Tahir Tarık Balıkçı
3 Yorum