09.00 Her Pazartesi sabahı, patronların çarkına su taşımak için bir haftalık gönüllü kölelik maratona uyanıyor. İşyerlerinde kendilerini tek otorite olarak gören yöneticilerin olmadığı; patronsuz, müdürsüz bir sabaha uyanma hayaliyle yaşıyorum ama bu sabah farklı. Bugün sendromsuz bir Pazartesi. Beyoğlu Sahaf Festivali için birazdan yola çıkacağız. Festival ve kitap kelimelerini yan yana kullanmak ne kadar doğru, onu da bilmiyorum. Mavi bir gökyüzü var. Helâk işaretlerini andıran kara bulutlar göğümüzü kaplamamış ve şükür ki ensemiz göğe bakamayacak kadar kalınlaşmamış.
10.00 Kardeşimle yola koyuluyoruz. Milan Kundera Yavaşlık adlı eserinde, “Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.” diyor. Oysa biz toplu taşıtlarda pinekliyoruz. Otobüs yine tıklım tıklım. Sadece kalabalığa alışmıyoruz, mahremiyetimiz çiğneniyor ve biz yavaş yavaş bu durumu kanıksıyoruz.
Kardeşim henüz on dört yaşında. Geleceğe dair bir çok planı var. Bunları konuşurken gözlerinin içinin ışıldadığını fark ediyorum. Benim yitirdiğim merak duygusu onda terütaze duruyor. İnsanın içinde ifrat ve tefrite kaçmayan itidalli bir telaş mutlaka olmalı. Bense içimdeki telaşı yitirdiğimden hiçbir şey heyecan vermiyor. Benim gibi o da sürekli sorular soruyor. Aramızdaki yegâne fark ise, aldığı cevaplardan tatmin oluyor. Hayalinde âşık olabileceği, evlenebileceği kadın var. Oysa benim için, neyse…
Bugüne değin toplu taşıtlarla ilgili sadece bir tane müspet hikâyem olmuş onu da günlüğüme kaydetmişim: Otobüslerin bir tek öyküsü olduğuna inanmaya başladığım günlerdeyim. Hınca hınç kalabalık, başını telefonuna eğmiş, aklını elindeki materyale indirgemiş ya da yorgunluktan uyuyan insanlar… Hayretimi depreştirecek yeni bir şey olmadığı için kitaba gömülür ve son durağa kadar bu minval üzere devam ederim. Bugün farklı bir şey oldu. İnmek için kapıya yaklaşan yaşlı, bembeyaz sakalları ile yüzüne bir sevecenlik katan bir dede, “Allah bizi cennetine kabul etsin kardeşler” dedi ve duaya kalkmış ellerini yüzüne sürerken devam etti: “Evlerinizde dînî kitap okuyun ve sohbetlere katılın.” diyerek otobüsten indi. Yüzümde bir tebessüm belirdi ve gönlüm inşirah buldu. Elimdeki kitabı kapatıp ardıma yaslandım ve huzurla yolculuğu tamamladım.
11.00 Hayattaki en olumlu yanım kararlaştırdığımız yere en önce giden; bekleten değil, bekleyen olmamdır belki de. Feyyaz Kandemir’le buluşacaktık. Yine yarım saat rötar yaptı. Feyyaz, devlet memuru. Rehaveti üst düzeyde yani. O da bu konuda her ne kadar şikâyetçi olsa da memurluğun bütün nimetlerinden istifade ediyor. Ayrıca İstanbul’dan ayrılmayı hiç mi hiç düşünmüyor. Hâlbuki ben, daha dört gün önce Üsküdar’da gün batımını seyrederken, denizin üzerinden güneşe yürümeyi, güneşle birlikte batıp kaybolmayı hayal etmiştim. Ne zaman uzaklaşma hissi duysam, çok pis koktuğu için sürekli yerini değiştirip duran genç güvercine yaşlı güvercinin verdiği nasihati hatırlarım: “Boşuna yerini değiştirip durma. O pis koku yuvandan değil, senden geliyor.”
13.00 Nihayet Sahaf Festivaline varıyoruz. Bizi ilk karşılayan hemen yan taraftaki inşaattan gelen iş makinelerinin sesi oluyor. Bu gürültü terörü ve tepemizdeki güneş bizi yoruyor. Gölgelik yer bulmakta zorlanıyoruz. Açılan sergilerin ön sıralarında genellikle popüler kitaplar var. Kolaylıkla her yerde bulabileceğimiz türden. Sahaf mesleği özelliğini yitiriyor, ikinci el kitapçıya dönüşüyor artık. İşimize yarayabilecek kitaplar iç taraflarda. Onlar da epey pahalı. Unamuno’nun, “Hayatın Trajik Duygusu”nu bulamasak da, basım tarihi 1985 olan, pek bilinmeyen ve baskısı olmayan “Tula Teyze” romanını alıyoruz.
15.00 Kitapların arasında kaybolurken acıktığımızı hissediyoruz. Fuarın orta yerine kurulan kafe usulü bir kantin var. Meşrubatlar bile piyasanın bir buçuk katı. Çevrede insanların karnını doyurabileceği, ihtiyaçlarını giderebileceği uygun bir yer tesis edilmemiş. Tekrar İstiklal Caddesine dönüyor, açlığımızı yatıştırıp gecikmeli de olsa öğle namazını eda için bir cami ararken iyice kitap kokusundan uzaklaşıyoruz. İnsanın olduğu yerde elbette eksiklik vardır. Çünkü insan nâkıs değildir de nedir?
16.00 Tekrar fuar meydanındayız. Kardeşim Muhammed ve Feyyaz bir sandalyeye oturup istirahate çekiliyorlar. Ben ise kitapların tozunu ciğerlerime çekmeye devam ediyorum. Bazı kitaplara kadîm bir dost gibi sarılma ihtiyacı hissederken, bazılarından da kuduz köpekten sakınır gibi kaçıyorum. Kitap fuarlarındaki kalabalık beni hep şaşırtmıştır. Millet olarak gayet az kitap okuduğumuz halde bu kadar insanın bir araya toplanabilmesi tezat bir görüntü gibi duruyorr. Yoksa biz kitap okuyucusu değil de kitap toplayıcısı bir millet hâline mi geldik?!
17.00 Dönüş yolundayız. Metro ile Vezneciler’e geçiyoruz. Oradan Şehzadebaşı Camisi’ne yürüyoruz. Kardeşim, caminin mimarisini, o büyük kolonlarını hayret ve hayranlıkla seyrediyor. Büyüdükçe kalbimizin katılaştığını, ayrıntılardan uzaklaştığımızı, tekdüze bir hayat yaşadığımızı derinden idrak ediyorum.
18.00 Otobüse biniyoruz. Sabahki kalabalık bıraktığımız yerden devam ediyor sanki. Neredeyse insanlar birbiri üstünde giderken aklımda aynı soru çarmıha gerilmiş duruyor.
19.00 Eve vasıl olurken gün batımını, o kızıllığı hüzünle seyrediyorum. İki gün sonra kurban bayramı misafir olacak bizlere. Bir kötü yanımızı olsun boğazlayabilecek miyiz? Sevdiklerimizi sadece arayıp sormak değil de, kalplerine dokunabilecek miyiz? Bunca çocuğun öksüz, yetim kaldığı dünyada çocuksu dertlerimizden kurtulabilecek miyiz?
Bayramımız hakikaten bayram olacak mı?
Celal Kuru
6 Yorum