Üvey Vatandaşlar İçin Teselli Şarkıları – 10
Bir şeyin gerçekten komik olması için gerçekten hüzünlü olması gerekiyor. Nitekim teknik müzik bilgisine göre eğlenceli şarkılar, aslında ritmi hızlandırılmış hüzünlü ses dalgaları. İmdi, soruyorum:
Hüzne anlam yükleyen zihnimiz mi, yoksa hayat, olduğu gibi hüzünden ibaret mi?
***
“Zambaklar en ıssız yerlerde açar”
– Kişinin çiçeklere duyduğu merhamet, kendine olan nefretinden evladır.
“Ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir
– Kişinin kendine duyduğu nefret, çiçeklere olan merhametinden evladır.
***
Ne güneşin aydınlığı, ne gecenin karanlığı. Ara tonlardan birine sıkışıp kalmış, kimsenin değerini bilmediği bir mavi renk. Doğası gereği boynu bükük, bir çiçek. Hadi, küstümçiçeği olsun adı. Alaylı ellerde yetişmiş, kırılgan bir nota. Bir harf sadece, hiçbir alfabede izi yok… Acının ve mutluluğun karşısında dilin çaresizliği. İnsan olmak ne garip. Fazla mutluluktan ağlayan bir türün, hem acınası hem gülünesi yazgısı. İşte, dünyada olmak…
***
Gökkuşağı, henüz sarmalları açılmamış bir DNA molekülü olarak ruh ve zihin dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen çok güçlü bir imge. Cümle rengi, suyu, toprağı ve havayı ihtiva ediyor. Onulmaz da bir tarafı var, çok ama çok güzel.
Çünkü gökkuşağının bir gerçekliği yok.
***
Geçen aylarda “Tek sermayeleri emek ve alın teri olan…” diye başlayıp devam eden bir cümlenin sonunda 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutladı Sayın Cumhurbaşkanımız. Toplumun yüksek çoğunluğunu oluşturan sosyal sınıfın nihayet tek sermayesinin emek olduğunun trajikomik bir itirafı gibiydi. Nitekim ekonomide bir teorem vardır:
“Fakirler fakir oldukları için fakirdirler.”
***
Ömrüm boyunca uykuya dalma düşüncesinin dehşetinin uyumama engel olduğunu zannettim. Kendime itiraf edemsem de, içten içe bilirdim aslında, sorun duygu durumumda değildi. Sadece mizacıma ters bir düzene hapsolmuştum. Söz konusu şiir gibi dilin imkânlarının en yüksek seviyede kullanılmasını gerektiren bir alan olduğunda böyle gerilimlerin değerli olduğunu sanıyordum. Gece, umutsuzluk, boşluk duygusu… İçten içe yaşama sevincini imleyip, acı ve melankoli görünümlü retorik üretimine çanak tutan bu serkeşlik beş para etmez aslında. Bu duygu bozukluklarına bağımlı olmak ise daha beter bir hastalık… Kabul ediyorum, birçokları gibi ben de mürekkeple zehirlendim. Hemen hepimiz, sözde büyük yazarların ağına dolandık ve hayatın devamlılığı adına kendimizi aldatmanın estetik bir yolunu muhakkak buluyoruz.
***
“Martin, günlerini dairesinde web tasarımı yapmakla geçiren bir agorafobiktir. Tedavi sürecinde, yavaş yavaş şehirde küçük turlar atmaya başlar. Mariana ise uzun bir ilişkinin post travmasını yaşamaktadır. Karşılıklı dairelerde oturan bu yalnız erkek ve kadının karşılaşmalarını çaresizce bekleriz. Buenos Aires gibi üç milyon nüfuslu bir şehrin kaosunda ise bu pek de kolay olmaz. Modern bir kent masalı anlatan film, büyük şehirlerdeki kent yaşamının nasıl kurgulandığını da mizahi ve ironik bir dille kurmaya çalışıyor. Kolektif bir nevrozdan muzdarip, yalnız bir adam ve kadının portresini çizerken; Buenos Aires’in portresi de adım adım beliriyor zihnimizde.”
Şimdi, yukarıda tanıtım metnini iktibas ettiğim Medianeras-Yan Pencere filminin altına yazılan iki yorumu okuyalım:
1. Film hiçbir amaca hizmet etmiyor. Sıkıcı ama ikisi arasında ne olacağını merak ettiğim için izledim. Hiçbir şey olmadı. Açık vermek istemezdim ama izleyecekseniz iki karakterin hikâyeleri hoşunuza gidebileceği için olabilir. Oldukça sıkıcı bir film.
2. Daireler karşılıklı ama çok uzaklar. İronik bir dille teknolojinin ve kentleşmenin bizim açımızdan yan etkilerini gösteren sıradan aşk filmlerinden farklı bir şekilde ayrılan güzel bir film. İnsan bazı sahnelerde kendiyle yüzleşme fırsatı buluyor, tavsiye edilir.
Sanki benim için, en yakınlarımı öldürebilirsem, zamanla, sadece imgeler kalacak. Peki ya toplum?
***
“Derin bir üzüntü ile öğrenmek”
Siyasi bilincin ölüm olayını istinsah ettiği dramatik temcit pilavı.
***
Kendi halinde biri olmayı ne çok isterdim. Denedim bunu. Başardım hatta. Tâ ki rutin zembereğine takıldım da, süregelen hali koruyamadım. İçten içe coşkunluğuna öykündüğüm diğeri, kendi sıradanlığım karşında yıkılıp gitti. Nitekim bazı günler hayatın keşmekeşinde rutin, zihnimde, perdeleri yırtılmış eski bir tiyatro salonu olarak tezahür ediyor. Genişliği de şurada sanırım, bir kere içine düştün mü, her neredeysen orada olmuyorsun.
***
Şüphesiz görebilmek, işitebilmekten daha büyük bir nimet… Fiillerin sıfatlara tebdil olduğu şu hayat ne garip, evvela körlük, hakikate kulakları tıkamakla başlıyor.
***
Göz kendini görebilseydi ağlamaktan kör olurdu. Böylece döngü başlamadan tamamlanırdı. Lâkin dünyadayız. Bu çukurda harflere ve seslere icbar oluşum bir insan olarak bana çok dokunuyor.
***
Şeker, kalp krizi, hiper tansiyon, yüksek kolesterol ve nihayet alzheimer. 3 sene bakıma muhtaç yaşadı babam. Eşraftandı, cenazesi hınca hınçtı. 65 yaşında öldüğünde, bir yoğun bakım odasında yapayalnızdı. Haberi sorduğumuzda doktor, ablak suratına takındığı muştuyla, kaybettik dedi. Sonra neskafesinden bir yudum aldı ve yürümeye devam etti. Senelerdir kendimi ölümüne o kadar çok hazırlamıştım ki, o gün bir damla gözyaşı dökmedim. Beni asıl inciten, doktor hanımın ölüm haberini verdikten sonra, yalandan kederini saklar vaziyette arkadaşlarının yanına dönüp gülümsemesiydi. Bunu asla unutamıyorum. Cenaze namazından sonra kabre giderken imam ve müezzin efendinin pespaye tavırlarını da hiç unutamıyorum. Babamın ölümü onlar için sıradan, üzeri kapalı gülüp eğlendikleri, birbirlerine usturuplu latifeler yaptıkları bir ritüeldi sadece. Tabiî ki insanların oturup karalar bağlamasını beklemiyordum. Konu saygısızlıkları da değil. Konu, o gün hepimizi birleştiren ölümün dehşetengiz izdüşümleri. Bu korkunç çeşitlilik. Ve aslında yaşama olan kuvvetli bağımızın ölümden daha acı verici olması. Dönüp bakıyorum, o gün beni inciten hayattı.
***
Son zamanlarda herkes sosyal medyada kuzey ışıklarının fotoğraflarını paylaşıyor. Kuzey ışıkları çok abartılıyor bence. Dünyada daha harika şeyler var. Mesela zifiri karanlık. Karanlık o kadar müthiş bir şey ki fotoğrafını bile çekemiyorsun.
***
İnsanları hayatımızdan çıkarmak sandığımız kadar zor değil. Hatta elzem. Temelde, sevginin yönü, güvenlik duygusu ve kendimizle kurduğumuz rabıta arasında karmaşık gibi görünen bir döngü var sadece. 30 yaşımdan sonra daha iyi anlıyorum, yalnızlıktan korkuyoruz ve insanların çoğu yük.
***
İşyerinde ocakçı kadın şöyle bir salvo çıkardı birine: “Geber lan yerin belli olsun!”
Müthiş bir andı…
***
Hissettiğim bütün büyük duygular daha önce daha büyük insanlar tarafından hissedildiği için bir süredir hissetmemeyi deniyorum. Olmuyor. Başaramıyorum.
***
İnsan ne kötü bir varlık. Ve ona dair tüm iyi şeyler, bu varsayım üzerinden temellendiriliyor.
***
Bazen hiçbir konu hakkında görüş beyan edememe makamına erdiğimi hissediyorum. Bu kaçıncı menzil bilmiyorum. Düşünmekle düşünmemek arasında, kendine has, muhkem bir araftaymışım gibi hissediyorum. Yani özünde, konuşlandığım alan, düşününce, düşünceyi beyan etmemenin anlam kazandığı bir yer.
***
Olgunlaşmanın en çarpıcı evresi, bir kişiyi, eşyayı yahut kavramı abartarak sevmenin neticesinde, sevilen şeyin aslında sanıldığı kadar değerli olmadığının farkına varılmasıdır. Daha derinde, farkında olmanın verdiği acı olgunlaşmanın koşuludur da diyebiliriz. Kişi bir türlü aktif hale getiremediği dinamizmin farkına varamadığı için, aslında kendi cihetine doğru olan sevgisini “diğeri” üzerinden anlamlandırmaya çalışıyor. Sanırım bu gerilim hiç bitmeyecek.
***
Abartarak sevmek -ki bir zaman sonra sevgi yerine övgüye bırakacaktır- hakikatte, kendi nakıs varlığımızı perdelemekten ibarettir. Bunun altında da kendimize olan aşırı sevgimiz, diğer bir ifade ile sevilme ihtiyacımız yatıyor.
Bence her şey gibi, sevmeye olan meylimiz de toplumsallaşmaktan ayrı düşünülemez. Hatta belki, hiçbir duygu sandığımız kadar mücerret olmamakla birlikte, pratik hayatta bir karşılığını bulamadığımız için onu soyutlama ihtiyacı duyuyoruz. İnsan gerçekten aciz, unutkan ve nankör bir varlık. Öyle ki, seviyor olmanın bedelini ödeyemediğimiz, hatta bunu göze bile alamadığımız için, çoğumuz küçük yaşlarda yaşadığımız trajedilere sığınarak sevgisiz büyüdüğümüz gerçeğine sığınırız. Artık ne hikmetse, iş sevilmeye gelince geçmişe sünger çekmekte üstümüze yoktur.
***
Ne çok konuşuyoruz. Çoğu zaman, gerçekliğin farkında olup konuşabiliyor olmanın hazzı, kavramlarla düşünmenin sükûnetine, yani olgularla kurduğumuz ünsiyetin hakikatine galip geliyor. Oysa gerçekliğin farkında olan kişide konuşmaya mecal kalmaması gerekiyor. Gerçekliğin farkında olmak, bir bakıma acıtan şeyin ne olduğunun idrakine varmaktır.
Düşünmenin verdiği haz, acıya karşı bir panzehir biçimini alıp, en kaba tabirle amel penceresini kapatıyorsa, tenkit etme alışkanlığı maneviyat cübbesi altına girmiş bir put halini alıyor. Durmadan Kemalizmi eleştiren, içten içe otoriteye yamanan Neo-Osmanlıcılar, Ehl-i Sünnet müdafiliğini sabah sporu haline getiren İslamcılar, Türk olmakla kafayı bozanlar, özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarıyla ucuz sosyalizmin çığırtkanlığını yapan kekre muhalifler… Haklı olmayı farkında olmaya tercih ettikleri için, hep konuşmak zorundalar.
***
Her şeyin temelinde olduğu gibi, hareketin temelinde de sevgi var. Gerçekten, hayat pınarı sevgiden neşet ediyor. Yoksa tüm bunları söyleyip sevgiden söz açmışken, konuşuyor, biliyor olmanın hazzına varmadığımı kim iddia edebilir?
***
Çiçekten falan vazgeçtim. Derdimize çare bir çelenk arıyorum. Ne çağa, ne dünyaya, ne de diğerine küsmemeyi öğreniyorum. Kırıla kırıla yürümeyi ezberledim. Bir uyusam geçecek, biliyorum. Yalnız, şu sıcak asfaltta yalınayak gezen Çingene çocuğu ve o şirret karıdan yediği tokat…
Bahadır Dadak
5 Yorum