“Herhangi bir yaşam, istediği kadar uzun ve karmaşık olsun,
tek bir andan oluşur aslında; kişinin kim olduğunu keşfettiği andan.”
J. L. Borges
Gözlerimizi kapatıp yaşadıklarımızı hatırlamaya çalışırız bazen. Bazense yaşananlar, hiçbir çaba gerektirmeksizin kendini hatırlatır. Hatırladıklarımız içindeyse bazı anılar tanıdıktır. Bazı anılarsa öyle sisli yollardan geçerek zihnimizde var olmuştur ki yaşanıp yaşanmadıkları konusunda bizi şüpheye düşürür. Borges’in de dediği gibi, anlattıklarımızın ne kadarını yaşadık ne kadarını uydurduk bir süre sonra bilemez hale geliriz. Belki bu belleğimizin bize kurduğu bir başka tuzaktır.
Öykülerindeki sarsıcı fantastik öğelerle zihinlerimizdeki karmaşada kendi yolunu çizen Aykut Ertuğrul, Mayıs 2020 tarihinde yayımlanan Bellek ve Başka Tuzaklar isimli deneme kitabıyla, bize bu güçlü kurguların beslendiği mistik şehrin kapılarını aralıyor. Kitap, 23 farklı denemeden oluşuyor. Her bir denemede yazarın anılarına, zihin dünyasına, sevdiklerine, sevmediklerine, cevaplayamadığı yahut artık cevaplanmasına gerek duymadığı sorularına ve daha onlarca sırrına ortak oluyoruz. Okuma sırasında yazarla sohbet ediyormuş hissine kapılıp, yazara cevaplar verirken bulabiliyorsunuz kendinizi. O da boş durmayıp sohbetinize eşlik ediyor bir sonraki cümlede. “Peki ya bu da bir rüyaysa? Buraya kadar sorun yok. Peki ya uyanırsak?” diyor size, ikiniz de sessizliğe bürünüyorsunuz. Bilal abi “Artık iyi olmayacağım.” diyor. İkiniz de aynı anda: “İnsan neden ‘artık iyi olmamaya’ karar verir?” diyorsunuz. Okumaya devam ettiğinizde, bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini inatla insan olarak bulmaya devam eden tek kişinin siz olmaması, ruhunuzdaki Kafka’yı biraz rahatlatıyor. Ya da kızıl saçlı çocuğun elinden çekirdeklerini alan serseri tipli çocuklara beraber kızıp, çocuğun başını beraber okşarken bulabiliyorsunuz kendinizi.
Benim için Aykut Ertuğrul başlangıçların yazarıdır. Zamanın sonsuz devinimi içinde zihnimizin bize sakladığı o ilk anların kıymetini bize en sık hatırlatan yazarlardan biridir. “Başlangıçlar, ilk kıvılcım, ilk hareket sırra sarılıdır hep. Çünkü tanrısaldır. Hele de olay yeri ruhsa. Ruh öyledir. Bilirsiniz, usulca yanar; kişiler, olaylar, duygular usul usul beslerler ateşi ve asla ama asla önceden kestirilemeyecek bir noktada ateş önlenemez bir yangına dönüşür.” Bu yangını tanıyanlar bilir. Yakmak için herhangi bir çabaya girmediğimiz bu ateş, sönmek için de bizden izin istemeyecektir. Gerçi insanın zamanla yaşamında olan şeyleri, dünyayı sevmeye başladığını ve onlara alıştığını da söylüyor yazarımız. Tecrübe kazandıkça vicdanımızı rahatlatmanın yollarını öğrendiğimizden, sesini kıstığımız vicdanımızla masumiyeti nasıl hunharca katlettiğimizden dem vuruyor. Tanıdık ama bir o kadar duymayı ertelediğimiz bir aşk tanımıyla da omuzlarımızdaki ertelenmişliği silkeliyor. “İki kişinin özenle sakladığı, öyle ki neyi sakladığını kendilerinden bile sakladıkları bir yalan.” Tüm bu silkelenmelere rağmen hâlâ üzerindeki yorgunluk sanki yaratıldığı andan öleceği âna kadar onunla kalacakmış gibi hissedenlere ise Guaraniler’in sihirbaz hekimlerinden ilhamla bir cevap veriyor.
Her gün onlarca hikâyenin bir köşesine misafir oluyoruz. Bazılarında hikâye, yönünü değiştirmek için ağzımızdan çıkacak bir söze bakıyor. Bazılarında ise akışa müdahale ettiğimizi sansak da rolümüzü oynamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Burada asıl soru kendi hikâyemizin neresinde olduğumuz ve ne kadar tanıdığımız. Aykut Ertuğrul, insanın, başrolde olduğunu sanarak yaşadığı fakat aslında figüranı olduğu bir hikâyenin içinde, uçabileceğine inansa da kendini yaralı bir leylek gibi perişan halde toprağa yuvarlanmış bulacağından bahsediyor ve bir sonraki anısında ekliyor: “Acıdan korkarım. Çünkü acı her zaman terbiye etmez; bazen de kiracısı olduğu ruhu, başkalarının acılarına karşı körleşmeye çağırır… Kendi acımız tanıdık ve şefkate muhtaç, başkalarının acısı ise yabancıdır bize.” Kanatlarının acısını ruhunda hisseden bir leyleğin öğrenmesi gereken ilk şey belki de kendi hikâyesine merhamet etmesidir. Böylece kendi gökyüzünde uçmanın ruhunda yeni başlangıçlara kapı araladığını hissedebilir.
Dili yorucu yamaçlara sokmadan yahut sıkıcı vadilere uğratmadan, anlatısını kuvvetli betimlemeler ve öykülendirmelerle desteklendirebilmiş olması, yazarın aslında güçlü ve kendi yolunu bulmuş bir dile sahip olduğunu bize gösteriyor. Bu sebeptendir ki zevk veren bir sohbetin saatlerce sürse de sanki birkaç dakika sürmüş hissi vermesi gibi, kitap da bir solukta okunmuş oluyor. Size de çizilmiş onlarca satır, sayfa kenarlarına alınmış onlarca not, sohbetin verdiği keyif ve başka duygular kalıyor.
Yazarın belleğinden süzülüp bizim belleğimizdeki labirentin duvarlarında kendi hikâyesini arayan anılardan söz ediyoruz aslında. Kendini tanımlamaya çalışan ve aynı zamanda tamamlamaya çalışan yaşanmışlıklardan. Çünkü: “Son sözünü söylemek için bile insanın bir hikâyeye ihtiyacı vardır.”
Peki bizim hikayemiz neydi?
Halime Aydın