Yürümenin Yasak Olduğu Bir Dünya: Son Yaya

“Felaket senaryolarıyla simüle edilmiş dünyalardan çok da uzakta değiliz.” Teknolojinin insanları getirdiği seviyede böyle bir cümle kurmak yanlış olmaz galiba. Çünkü modern çağdaki bilimsel-teknolojik yenilikler ve sosyal-kültürel değişimler küçülen dünyada sürekli büyüyen ve daha da büyüyecek bir kaosun habercisi gibi. İnsanın dünyadaki rolünün de giderek kısıtlanması anlamına geliyor bu.

Bu durumu bilim-kurgu eserlerinde ve bir alt türü sayılan distopyada da sıkça görürüz. Bu tür yapıtlarda küçük insanın daima baskılandığı bir yaşam biçimi egemendir. Ne yapacağını ve ne yapmayacağını söyleyen rejimlerin olduğu dünyalarda insan arka planda işlevsiz bir nesne görevi görür. İktidar sahiplerinin elinde bulundurduğu bilimsel ve teknolojik güç, son raddesine kadar kullanılır. “Felaket senaryolarıyla simüle edilmiş dünyalardan çok da uzakta değiliz.” derken de buydu kastettiğim. Çünkü distopik evrenler, hayal gücüyle oluşturulduğu kadar mevcut realiteden de uzaklaşılmayan kurgu eserlerdir. Yani gerçekle hayal arasında muhakkak bir bağ vardır. Amerikan edebiyatının bilim-kurgu ve distopya türlerinde şöhret kazanmış öykücülerinden Ray Bradbury de eserlerinde sosyal eleştirilere yer veriyor. Konuyla ilgili “Son Yaya” öyküsü verilebilecek en güzel örneklerden. Bu öykü aynı zamanda “Fahrenheit 451” adlı meşhur romanı için bir basamak sayılabilir.

Son Yaya Öyküsü

Hikâye 2052 yılında insanların her akşam televizyonları karşısında akılsızca ve pasif bir şekilde oturduğu bir gelecek dünyasında geçer. Başlıktaki “yaya” yani Leonard Mead, şehirde bunu yapmayı reddeden ve hatta bir televizyona sahip olmayan tek kişidir. Sonradan kendini yazar olarak tanımlayan Mead, şehrin ıssız sokaklarında yürür. Geceleri sokağa çıkan tek kişidir. Öykünün başında her gece dışarıda yürümenin onun alışkanlığı olduğunu, bazen eve dönmeden önce gece yarısına kadar dışarıda kaldığını öğreniyoruz. Hikâye ilerledikçe, bu tür davranışların -her gece evde kalmak ve hiç dışarı çıkmadan saatlerce televizyon seyretmek- sadece yaygın ya da normalleşmiş değil, aslında kanun haline geldiği ortaya çıkıyor. Kanunun takibi ise muhakkak yapılacaktır.

Bir polis arabası Leonard’a kim olduğunu ve ne iş yaptığını sormak için durur. Devamında bize bunun üç milyonluk şehirde sadece iki polis arabasından biri olduğu söylenir. Bir yıl önceki seçime kadar üç polis arabası vardır ve üç taneye gerek olmadığına karar verilmiştir. Daha sonra Leonard Mead’ın bekâr ve yazar olduğunu öğrendiğimiz, yol kenarında kendisiyle yapılan kısa bir görüşmeden sonra, polis arabası ona arkaya binmesini söyler. Leonard arabanın boş olduğunu görür. Onunla konuşan ses otomatiktir, muhtemelen geceleri sokaklarda dolaşan şüpheli kişileri tespit etmek ve onları durdurup dışarıda ne aradıklarını sorgulamak üzere programlanmış bir tür robotik makinedir. Leonard polis arabasının arkasına bindirildiğinde, kendisine “Geçmişe Özlem Eğilimleri Üzerine Psikiyatrik Araştırma Merkezi”ne götürüleceği söylenir. Araba ile giderken, evinin önünden geçtiğini fark eder, ancak polis arabası durmayı reddeder.

2052 Bize Ne Diyor?

Öykünün henüz başında 2052 yılı dünyasının ruhsuzluğunu şöyle anlatıyor yazar: “Sisli bir kasım akşamı saat sekizde kentin büründüğü o sessizliğe girmek, genleşen beton kaldırıma basmak, üzeri et kaplı çatlakları adımlamak ve elleri cepte sessizliklerin arasından yürümek: Bay Leonard Mead’in yapmayı en çok sevdiği şey buydu işte.”

Bu ruhsuzluğun en büyük nedeni hiçbir insanın akşam sekizden sonra dışarıya çıkmaması. Dışarıya çıkmamak makul görülebilir fakat asıl mesele evde kalıp televizyon izlemekte yatıyor. Çünkü Ray Bradbury’nin distopik hikâyelerine baktığımızda 1951 yılında yazdığı “Son Yaya”, 1953’te yazdığı “Fahrenheit 451” ile aynı dünyayı anlatır. İki hikâyede de polis devletleri iktidarda. “Fahrenheit 451”de de hükümet, halkı uysal ve pasif tutmak istiyordu. Bunu yapmanın en iyi yolu eleştirel düşünmeyi engellemek ve bunun yerine herkesi televizyona bağımlı hale getirerek sadece tüketmelerini sağlamaktır. Böylece farklı olanları sindirmek kolaylaşır.

Ama Leonard Mead farklı. Diğer insanların aksine akşam yürüyüşlerinden birinde suç işleyebileceği için değil, özgür düşünen ve özgür hareket eden biri olduğu için tehlikeli. Bu yönüyle düzeni bozan aykırı biri olarak yalnızlığa itiliyor. “MS. 2052 yılının bu dünyasında yapayalnızdı, ya da onun gibi bir şey…” cümlesi bunu ifade ederken hikâyenin devamındaki sorgulayıcı ve eleştirel düşüncelerin kaynağını açıklıyor.

Mead’ın yolda yürürken tek gördüğü, evlerin duvarlarına yansıyan gölgeli figürlerdir. Onun dışında hiçbir insan izine rastlanmaması televizyon başında sabahlayan insanların zaten ölü olduklarını anlatır. Bradbury’nin bu tür evleri mezarlığa benzetmesi de distopik anlatımı zirveye çıkaran nüanslardan. Yolda yürürken sürücüsü olmayan bir polis arabasının robotik bir sesle kendisini durdurup sorgulaması da gelecekte güvenlik metotlarının farklılaştığını, insanların yerini robotların aldığını ve mekanik bir kuşatma altında kalındığını ifade ediyor. Beyinlerini televizyon başında kurutan insanların varlığı düşünüldüğünde buradaki insan-makine ilişkisini yadırgamak anlamsız olur. Çünkü insan, böyle bir gelecekte sosyal varlık kimliğini yitirir.

Aynı zamanda şehirdeki polis aracı sayısının bir tane olması suçların neredeyse tamamen ortadan kalktığını anlatıyor. Dolayısıyla bu yeni dünyanın bir yandan da bir tür ütopya gibi göründüğünü anlıyoruz. Fakat çoğu ütopya gibi bu da ancak insanların doğallığını kaybetmelerini sağlamakla; hem kötüleri hem de iyileri birlikte yok ederek başarılabilir. Tam olarak sosyal bir eleştiri hüviyeti kazanan polis arabasının sorgulama bölümünde bir ayrıntı daha var. 2052 dünyasında yazarlık meslek olarak sayılmaz. Kahramanın kendisinin bir yazar olduğunu açıkladığında yıllardır hiçbir şey satmadığını da öğreniriz. Çünkü artık kimse kitap ya da dergi almamaktadır. Okumak önemini yitirmiştir.

Mevcut Sorunların Geleceği

Polis aracının neden gece vakti dışarıda yürüdüğünü sorduğunda Leonard Mead, “Hava için, görmek için ve yürümek için.” şeklinde cevap verir. Bu tam bir başkaldırı olarak anlaşılıyor. Çünkü Mead yaşadığı dünyanın kendini kaybetmeyen tek insanıdır, ötekidir ve tek tipleşmemiştir. Özgürlüğünü elinden alırcasına yönlendirilen soruya verdiği bu cevap onun tamamen muhalif bir kişilik olduğunu ortaya koyuyor. Şunu da eklemeden geçmeyeyim: Ray Bradbury “Yaratıcı Yazarlık” kitabında bu öyküyü bir gece vakti polisler tarafından durdurulması üzerine yazdığını söylüyor. Yani distopyalar mevcut sorunları ele alan kurgu dünyalardır diyebiliriz.

Ardından polis aracının arkasına bindirilen kahraman “Geçmişe Özlem Eğilimleri Üzerine Psikiyatrik Araştırma Merkezi”ne doğru yola çıkar. Burada anlatılmak istenen ise totaliter rejimlerin, baskıladığı kitlelerden ayrışan fertleri bir hasta olarak görmesidir. Sanki televizyon izlemeyen kişi virüs taşıyordur. Bir diğer detay ise düzenin devam etmesi için bireylerin geçmişle irtibatının kesildiğidir. Hatta geçmişe dönmenin yollarını kapatıp sunî alternatifler olarak bu tür klinikler açmaları da bastırılmış özgürlük duygusuna bir göndermedir denilebilir. İşte Mead’in alışılmışın dışındaki düşüncelerinden arındırılması için böyle bir yere gönderilmesi gerekir, nüfusun geri kalanıyla aynı düzleme ancak böyle inebilir.

Polis aracının arkasında ise 2052 dünyasının birkaç detayı daha var: “Burası küçük bir hücreydi, parmaklıkları olan küçük, kara bir kodes. Perçinlenmiş çelik kokuyordu; çok temiz, katı ve antiseptik kokuyordu. Yumuşak hiçbir şey yoktu orda.” Aracın arkasının antiseptik kokması ve temiz olmasıyla gelecekte kusurlu bir şeyin olmadığı ima ediliyor. Yumuşak hiçbir şeyin olmaması ve içerinin çelik kokması ise duygusuz bir ilerleme resmi çiziyor. Hikâyenin sonunda ise mekanik bir robot olan polis aracının, Leonard Mead’ın insanî ihtiyaçlarını anlayamadığı ve onunla bir türlü diyalog kuramadığı görülüyor. Geleceğin doğallıkları alıp götürdüğü anlaşılıyor. İnsanî haklarımızın elimizden alındığında kodese tıkılan birinden farkımızın kalmadığı mesajı veriliyor.

Bir Hikâyeden İbaret Değil

Yakın geçmişte yaşanan koronavirüs salgını dönemindeki sokağa çıkma yasakları düşünüldüğünde, yetkili kurumların yönlendirmelerine göre yaşamamızı sürdürdüğümüz o günler ile Bradbury’nin 2052 dünyası büyük oranda benzerlikler taşır. Bradbury’nin bu öyküyü 1951 yılında yazdığını biliyoruz. Yaklaşık 70 yıl sonra gerçekleşen pandemi elbette kehanet ya da geleceği bilme olarak değerlendirilemez ama kuvvetli bir öngörü denilebilir. Zaten distopyaların bir görevi de gerçeklerden ve mevcut sorunlardan beslenip gelecek hakkında uyarılar yapmaktır. Ayrıca çıplak gerçeklik ile kurmacanın birbirinden ayırt edilemediği televizyonun günümüzde pek bir fonksiyonu kalmadı artık. Medyanın dönüşümü televizyonun etki alanını hayli azalttı. Özgürlüğümüzü kısıtlayanlar ya da dışarıda yürümemize, doğaya karışmamıza engel olanlar da henüz yok. Fakat dijital dönüşümün getirdiği yeni buluşlar karşısında televizyonun ve medyanın daha masum kalacağı bir gerçek. Gelecekteki özgürlük ise şimdilik muamma.

N. Cihan Karakurt

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir