Taş Yerinde Ağır

Batılıların tarih anlayışı, Aydınlanma’dan bu yana tek taraflı gelişiyor. Tarih, Avrupalı filozof tarihçiler marifetiyle hangi yönden bakılırsa bakılsın yalnızca Avrupa’nın görüldüğü bir anlatı modeli oldu. En büyük özelliği ise kendi içindeki toplumsal dönüşümleri değil, dünyanın geri kalanını da içeren zorunlu ilerleme teorisinin meşrulaştırılmasıdır. Avrupalı düşünürlerin tarihsel ilerlemeyi medeniyetin doğal bir sonucu gibi göstermesi sadece entelektüel bir kibir değil aynı zamanda politik bir meşruiyet arayışının neticesidir.

Gelişme retoriği kullanışlı bir araç. Avrupa dışında kalanların “geri kaldığı” ve kendilerinin insanlığı kurtarmak ve ona yeni yaşam alanları açmakla “ilerlediği” şeklindeki yaklaşımı içeriyor. Böylece tarih düşüncesi, geçmişten koparılıp gelecek merkezli algılanıyor. Eğer tarih başlıbaşına geleceğin bir aracı olarak görülürse geçmişte yaşananların gerçekliği giderek silikleşir.

Mesela Afganistan, Irak ve Suriye gibi Amerika-Avrupa zulmünün güncelliğini koruduğu bölgelerde yaşanan katliamlar hepimizin gözü önünde gerçekleşiyor. Bunu yaparken nasıl meşru gerekçeleri oldu ise geçtiğimiz yüzyıllarda Afrika ve Amerika kıtasında da benzer zulümlere felsefe ve bilim ile meşru gerekçeler ürettiler. Özellikle sömürgecilik dönemine bakılırsa bu söylemlerin ne kadar güçlü bir kurtarıcı olduğu görülebilir.

Amerika’da ve İngiltere’de büyük dönüşümlere neden olan birçok hadisede halkın aldatıldığı ortaya çıkınca yetkili ağızlar tarafından “Biz de yeni öğrendik”, “Böyle olduğunu bilmiyorduk”, “Kandırıldığımızı düşünüyoruz” gibi karşılıklarla bertaraf edildi. Irak işgali sonrası gerçeklerin ortaya çıkmasıyla verilen cevaplar ile İngiltere’nin Brexit oylamasında dönen dolapların ortaya çıkmasıyla halka verilen cevaplar benzer ifadelerdir. Dünya sisteminin işleyişinde halk, her şey olup bittikten sonra uyanır. Daha öncesinde yapılan uyarıları, gösterilen kanıtları ise komplo teorileriyle ilişkilendirip hainlik olarak yorumlayabiliyorlar. Her şey olup bitene kadar söylenenleri ürkütücü ve art niyetli kabul ediyorlar. Bu kabulleniş, onları her yeni teknolojik ya da siyasi gelişmeyi, hayatı kolaylaştıran ve dünyayı daha yaşanılabilir bir yer haline getireceğini ümit ettiği hadiseler olarak görme safdilliğine düşürüyor.

Pek bilinmese de Avrupa, baskın anlatılara ve bilimsel aldatmacalara direnen zengin bir entelektüel mirasa sahip. Özellikle Bartolomé de las Casas’ın sert ve sistemli eleştirileri ile başlayan bu süreç günümüzde de bütün hızıyla devam etmekte. Bu miras, iktidar ve sermaye sahiplerinin gölgesinde kalmış, görmezden gelinmiş, hatta sistemli bir şekilde boykot edilmiş düşünürlerle dolu. Gerçekleri ifade etmekten çekinmeyen birçok düşünür, Avrupa’nın geçmişte işlediği suçları, inşâ ettiği medeniyetin sömürüye dayalı zeminini ve bunun doğal bir uzantısı olarak sunulan gelecek merkezli tarih anlayışını eleştirel bir gözle yeniden değerlendirme çabasını koruyor.

Sık sık dile getirdikleri haliyle, Aydınlanma’da inşâ edilen tarih düşüncesi, iyiler (medeni Avrupalılar) ile kötüler (barbar Doğulular) arasında bir savaş olarak kurgulanmış büyük bir yalandan ibarettir. Onlara göre, bu söylem, Avrupa’nın kendi üstünlüğünü meşrulaştırma arzusuyla şekillendirilmiş bir manipülasyon ürünüdür. Dahası, tarihteki büyük zulüm ve katliamların sona ermediğini, farklı şekillerde tüm ağırlığıyla devam ettiğini vurgulamaktan asla vazgeçmezler.

Bu entelektüel direniş, yalnızca tarihin çarpıtılmasına karşı değil, aynı zamanda bugünün güç dengelerine ve sömürü düzenine karşı da güçlü bir eleştiridir. Bu sesler, tarihi tek bir coğrafyanın hikâyesi olmaktan çıkarmaya çalışıyor.

Bugün, bu eleştirel bakış açılarını daha görünür hale getirmek, yalnızca tarihsel gerçekleri ortaya koymak için değil, aynı zamanda mevcut güç yapılarını sorgulamak adına da hayati öneme sahip. Haklılık gerekçeleri sorgulandığında, dayandığı zemini kaybedecek birçok yapının tahakkümü altında yaşıyor; farkında olsak da olmasak da bu medeniyetin sunduğu imkânlar ölçüsünde kendi varlığımızı büyütme kaygısıyla hareket ediyoruz. İnsanlığı her yönüyle etkisi altına alan bu medeniyetin yapısını anlamak, gelecekte nereye evrileceğini tartışmaktan daha az önemli değil.

John M. Hobson bu yapıyı çözümlerken karşısına ilk çıkan gerçekliği şöyle anlatıyor: “pek çoğumuz bu Batı’nın (özerk bir) soyağacı olduğuna, bunun da Antik Yunan’dan Roma’ya, Roma’dan Hıristiyan Avrupa’ya, Hıristiyan Avrupa’dan Rönesans’a, Rönesans’tan Aydınlanma’ya, Aydınlanma’dan Siyasi Demokrasi ve Sanayi Devrimi’ne uzanan bir sıra izlediğine inanarak yetiştirildik. Demokrasiyle karşılaşan sanayi Amerika Birleşik Devletleri’ne kazanç sağlamış; yaşama, özgürlük ve mutluluk yolundaki hakları oluşturmuştur. Bu yanıltıcı olmuş, çünkü tarihi ahlakî bir başarı hikâyesine, her bir (Batılı) yarışçının özgürlük meşalesini bir sonrakine taşıdığı bir yarışa dönüştürmüştür.”

Anlaşılan o ki Avrupamerkezci işleyişin bileşenlerinden yalnızca Türk eğitim sistemi zarar görmüyor. Avrupalılar da bundan mustarip. Fakat Avrupalılar nereden geldikleri ve neler yaptıkları hususunda bazı şüphelere sahip. Bu şüphe onları hayatımızın her alanına nüfuz eden teknoloji canavarına karşı eleştiride bulunmaya itiyor. Sayıları çok fakat sesleri kısık bunca Avrupalı-Amerikalı insan birçok farklı ideoloji marifetiyle kendi medeniyetlerine meydan okuma telaşındayken, dünyanın geri kalanı olarak bizler bu sistemin bir parçası haline nasıl gelebileceğimizi tartışıyor, geçmişte neler olduğunu, gelecekte neler olacağını bizi ilgilendirmeyen meseleler olarak görerek onların medeniyetini transfer etmenin yollarını arıyoruz. Josep Fontana’nın ifadesiyle Modernleşme, dayandığı asimilasyon ve tek örnekleştirme programıyla kentlerde ve kırsal alanda komünal halk kültürünün büyük bir bölümünü yok etti. Ayakta kalmayı başaran küçük bir bölüm de şimdi kitle iletişim araçlarının düzleştirici etkisi altında yok olmanın eşiğine gelmiş bulunuyor.”

Yerli ve yabancı birçok filozofun ısrarla vurguladığı Avrupa eksenli paradigmanın sorgulanması gerçeği ve bu yapının doğurduğu tarih anlayışının eleştirisi, yalnızca geçmişin çarpıtılmış anlatılarını açığa çıkarmakla sınırlı görülmüyor. Bu eleştiriler, aynı zamanda bugünün güç dinamiğini, küresel tahakküm ilişkilerini ve insanların bilişsel olarak nasıl çürütüldüğünü sorgulamanın da bir aracıdır.

Tarihin ilerleme mitiyle insan zihnine kazınması, Batı’nın ahlaki üstünlüğüne dair yanıltıcı bir algı doğurdu. Teknolojik ilerlemeleri gelişmişlik ölçüsü olarak kabul ettirdi. Ve her teknolojinin arka planında yatan güçlü felsefi dayatmaları da elbette… Bu işleyiş dünyanın geri kalanını edilgen bir konumda bıraktı. Ancak, bu hegemonik söylemin karşısında duran entelektüel miras, baskın anlatılara meydan okuyarak tarih yazımını tek boyutluluktan kurtarma çabasını inatla sürdürüyor. Günümüzde bu eleştiriler, yalnızca Batı’nın değil, dünyanın dört bir yanında mevcut güç yapılarını ve medeniyetin sunduğu imkânları sorgulamanın da önünü açacaktır.

İsmet Özel’in işaret ettiği gibi “Düşüncelerin insanlara kavuşması için yolu açık tutmalıyız, insanları düşüncelere götürmek isteyen dünya sistemi onları götürdüğü yerde yönetmeyi başarabilmektedir. Herkesin yerini alması dünya sistemini felç edecektir, çünkü taş yerinde ağırdır.”

İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir