Japon romancı Shichiro Fukazawa’nın 1956’de neşrettiği “Narayamabushi ko” adlı romanı iki kere film yapıldı. 1983 yılında çekilen ikinci sinemaya adaptasyonu Shohei Imamura tarafından çekildi. Film, Narayama Dağı eteklerinde kurulu bir Japon köyünü muhit alarak yetmiş yaşında bir kadının hikâyesini anlatıyor. Filmin hikâyesi köylünün bir âdeti üzerine kurulmuş: Yetmiş yaşına gelmiş kadın olsun, erkek olsun bütün ihtiyarlar bizzat çocukları tarafından Narayama Dağı’na bırakılıyor. Orin isimli ihtiyar kadın, dul kalmış büyük oğlu iki torunu ve bir bekâr oğluyla köyde yaşıyor. Narayama Dağı’na bırakılacağı günün yaklaştığını biliyor ve ölmeden önce evlenemeyen bekâr oğlunu evlendirmek, ailenin düzenini korumak ve dul oğlunun yaptığı yeni evliliğin yerleşmesi için çaba gösteriyor. Orin, Narayama Dağı’na bırakılmaktan ötürü hiçbir endişe duymadığı gibi, kendisini dağa bırakmak konusunda tereddüt eden büyük oğluna kızıyor ve “Baban da annesini dağa bırakmak konusunda tereddüt etmişti ve köye rezil olmuştuk.” diye oğlunu azarlıyor. Yine bir sabah kahvaltıda büyük torunu, dişlerinin ne kadar sağlam olduğunu ve hiç de yetmiş yaşındaki birinin dişlerine benzemediğini söyleyince mahcup oluyor. Hatta gizlice sağlam dişinin birini kırıyor. Dağa gitme süreci yaklaşırken büyük torunun nikâhsız beraber olduğu kızın hamile olduğu anlaşılıyor. Delikânlının bunu öğrenince tepkisi “O hâlde artık bizim evde yaşayacak ve bizimle beraber yiyeceksin.” oluyor. Genç kız, Orin’in ailesinin yanına taşınıyor. Böylece belirgin bir nikâh mevhumunun olmadığını anlıyoruz. Bir müddet sonra bu kızın ailesi köyde bir hırsızlık hadisesine karışıyor. Bütün emeli o kışı yeterli yiyecekle atlatmak olan köylü için hırsızlık, hele kışlık zahirenin çalınması büyük bir hadise niteliği taşıyor. Bu hırsızlık hadisesi üzerine köylü bir araya gelip ne tür bir ceza vereceklerine karar veriyorlar. Bir gece, bütün köylü toplanıp hamile olan genç kız da dâhil olmak üzere kızın bütün aile fertlerini diri diri gömüyor. Elbette Orin’in torunu, genç kızın sevgilisi olan delikânlıya sezdirmeden bu cezâ veriliyor. Orin’in torunu ilk başta büyük bir yıkım yaşıyor. Fakat birkaç hafta sonra köyün çevresinde, kırda başka bir kızla gezip dolaşmaya münasebet kurmaya başladığına şahit oluyoruz. Orin’in bekâr oğlu akıl maluliyeti olan, işsiz, toplum tarafından dışlanmış, sosyal yönü çok zayıf, çirkin, kirli, pis kokan bir tip olarak çiziliyor. Bu yüzden hiçbir kadın onunla hayatını paylaşmaya yanaşmıyor. Bu bekâr oğulun durumunu daha belirgin hâle getirmek ve köyün hukuk düzeni hakkında fikir verecek önemli bir hadise yaşanıyor: Köyde yatalak hasta olan bir adam var ve ölümünün yaklaştığını hissedince karısından, izleyiciye ilk başta çok tuhaf gelen bir talepte bulunuyor: “Ölümüm yaklaştı, eğer ben ölürsem cenazemi defnettikten sonra köydeki erkeklerle sırayla cinsî münasebet kur!” Kadın, bu talebi kabullenmek istemiyor fakat yatalak adam “ruhunun rahat etmeyeceği”ni söyleyerek kadını iknâ ediyor. Nihayet adam ölüyor ve karısı kocasının ruhunu rahatlatacak, bu son isteiğini yerine getirmeye başlıyor. Orin’in hayatta tutunamamış bekâr oğlu da bu durumdan istifade etmek istiyor. Fakat dul kadın ona “Dün kocamın ruhu bana göründü, artık ruhunun rahata erdiğini ve bir daha kimseyle beraber olmamam gerektiğini söyledi.” diyerek bu “pis adam”la münasebet kurmak külfetinden kendisini kurtarıyor.
Narayama Türküsü filmini çekerken yönetmenin filmin mesajını sezdirmek üzere müracaat ettiği önemli tasarruflardan birisi de şu: Diri diri gömme hadisesi gibi köylünün vahşi yönünü ortaya koyan hadiselerde kamera tabiata dönüyor ve hayvanlar arasındaki avlanma mücadeleleri sergileniyor. Yine filmdeki cinsî münasebete dair sahnelerin hemen akabinde kamera tabiata yöneliyor ve hayvanların kurduğu çiftleşme görüntüleri veriliyor. Bilindiği gibi öfke ve cinsellik; asabiyet ve cinsiyet Freud’un tezlerinde insan hayatına yön veren iki beşerî kuvvet olarak takdim edilir. Filmdeki bu Freudyen göndermeyi bir kenara bırakarak Narayama Türküsü’nün tabiatla insan arasındaki münasebeti yalın bir şekilde tasvirine odaklanalım. Filmi izleyince benim zihnime ilk gelen Bakara Sûresi’nin 32. âyet-i kerimesi oldu, Hasan Basri Çantay mealinden naklediyorum: “(Melekler) de: «Seni tenzih ederiz. Senin bize öğretdiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü (her şey’i) hakkıyle bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şübhesiz ki sensin Sen» demişlerdi.” Filmle bu âyet arasında nasıl irtibat var ki aklıma bu geldi? Tabiat şartlarına tamamen esir olmuş, küçüğünden büyüğüne her meselede tabiat şartlarıyla mücadele etmenin tesirleriyle hareket eden bir grup insan tasvir ediliyor filmde. Eğer insan veya bir başka mahlûk vahiy ile muhatap olmazsa onu muhiti, tabiat tamamen esir alıyor ve onun hayatında temel belirleyici oluyor. Yani insan vahiyle muhatap olmadıkça hakikati bilemez. Belki burada Hz. Ömer’e atfedilen “İnandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” sözünü de hatırlamak icap eder. Bakara Sûresi’nin 32. âyeti de, Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılması bahsinde, Allahu Teâla ile melekler arasında geçen mükâlemenin sonunda meleklerin “kendilerinin bir şey bilmeyeceği ancak rablerinin bildirdiklerini bileceklerini” kabulün ifadesidir.
İnsan tabiatın bir parçası mıdır, tabiatın içinden doğup çıkmış “hayvan-ı nâtık” mıdır, yani konuşan hayvan mıdır yoksa topraktan yaratılmış ve “yeryüzüne fırlatılmış” mıdır? Bu soruya vereceğiniz cevap sizin itikadınız hakkında haber vermekten başka, size bir hareket noktası da tayin edecek ve diğer bütün meseleleri bu soruya vereceğiniz cevap üzerinden izah edebileceksiniz. Biz burada, insanın mahiyetini tartışmak yerine insanın tabiat karşısındaki durumuna ve oradan da medeniyet meselesine doğru hareket edelim. Narayama Türküsü filmindeki insanlar, vahiyle yani kendilerinin irade ve akıllarının üzerinde mutlak bir bilgi ile temâs etmedikleri için hukukları, sosyal düzenleri de tabiat tarafından şekillendirilmiş vaziyette. Belirgin bir nikâh mevhumları dolayısıyla bir aile hayatları yok. Yetmiş yaşına gelmiş ihtiyârları götürüp dağa, kurda kuşa bırakıyorlar. Çünkü onlara göre “önlerindeki kışı geçirmek için” yetmişlik bir ihtiyarın getireceği bir kazanç olmadığı gibi bu ihtiyarlar yiyip içerek, tüketerek sınırlı gıdanın azalmasına sebep oluyor. Öte yandan dul bir kadının, tecrit vaziyetteki bir köyde kendisine yeni bir aile kurma imkânı çok sınırlı olduğundan ve artık bir koruyucusu kalmadığından mevcut vahşi düzen içinde mahvolacağı âşikâr. Filmdeki yatalak, ölüm döşeğindeki koca, karısını bekleyen muhtemel akıbetin toplum nazarında meşrûlaşması için mistifikasyona gidiyor. Köydeki bütün erkeklerin karısıyla münasebet kurmasını isteyerek bu durumu kendi iradesinin hudutlarına alıyor ve insanlar nazarında kınanmaktan kurtulmak için “ruhunun rahatlaması” gibi bir bahane uyduruyor. Yine cezanın ferdîliği söz konusu olmadığı için bir hırsızlık hadisesinden ötürü ailenin bütün fertleri diri diri gömülmek sûretiyle cezâlandırılıyor ve ailenin hazırladığı kışlık zahire köylü arasında paylaşılıyor. Bu da emek, üretim, cezânın şahsîliği, şahsiyet konusunda tabiatın onları tamamen esir aldığını bir kişiyle ailesi arasında net bir ayrıma sahip olmadıkları, yani şahsiyete yer açmadıkları ortaya konmuş oluyor.
Meseleyi bir de tabiata esir olmayan, tabiatın tahakkümünde olmayan bilâkis tabiata kendisi tahakküm etmek isteyen Modern Batı Medeniyeti’nin mümessilerine ve onların durumuna bakalım. Bugün bütün dünyayı kontrol eden Modern Batı Medeniyeti, Narayama Türküsü filmindeki tasvir edilen insanların aksine tabiata kendileri tahakküm ediyor. Denilebilir ki tarihin hiçbir devresinde tabiata tahakküm etme, tabiat olaylarını kontrol etme, tabiatın bağrındaki suları, madenleri, ağaçları vs. bu denli kontrol etme konusunda aşırıya gitmiş başka bir insan topluluğu görülmemiştir. Peki, Batı Medeniyeti’nin şekillendiren insanların durumu nasıldır? Belki Narayama Türküsü’ndeki ihtiyârlar gibi Batı’daki insanlar götürülüp dağa bırakılmıyor ancak götürülüp bırakıldıkları huzurevlerinin onlar için pek de ideal olduğunu söylemek mümkün değil. Toplumun zayıf kesimleri hırsızlığa müracaat edip kendisini toprağın altında bulmasa da maden ocaklarına, gayr-ı tabîi fabrika ortamlarına gömülüyorlar. Serî üretimin, meselâ devamlı aynı düğmeye basarak, aynı kolu çevirerek, aynı vidayı sıkarak çalışan işçiler gayr-ı sıhhî şartlarda “ömürlerini çürütüyorlar.” Bunun karşılığında bir de tazminat alıyorlar. Ne kadar fabrikalar steril hâle getirilirse getirilsin işçilerin trajedisi, kot taşlama işçilerinin silikozis hastalığından ölmeleriyle sınırlı kalmayacaktır. İşin ilginç yanı ise huzurevlerinin varlığı sorgulanırken fabrikaların varlığı sorgulanmıyor. İnsanların önüne konan hayat, işçiliğin ve işçi sınıfının niye var olduğunu sorgulamaya imkân vermiyor. Dolayısıyla işçi sınıfının olmadığı bir hayatı tahayyül eden pek yok. Yine, Narayama Türküsü’ndeki tabiatta, iptidai bir şekilde cinsî münasebetin kurmanın bir benzerini Batı Medeniyeti’nin hayat tarzının hâkim olduğu metropellerde müşahade ediyoruz. Tenha tabiat köşesinin yerine barlar, eğlence mekânları alıyor. Evlilik oranın günden güne düştüğü bu metropellerde, çocuk sahibi olmaktan kaçınan erkeklerden onların iradesi dışında çocuk sahibi olup dünyaya gelen çocuğun velayetini erkeğe dna testleriyle, mahkemelerle kabul ettirmeye çalışan kadınlara rastlıyoruz. Veya bedeni bozulmasın diye çocuğu kendi rahmine kabul etmeyip “taşıyıcı anne” olarak kendi annesini seçen kadınların doğan çocukla aidiyet kurma problemi ve dünyaya gelen çocuğun annesinin kim olduğu gibi hukukî problemler gündeme geliyor.
Yazının burasında, fazlaca genişletmeden, yan bir konu açıp sorgulamamızı sürdüreceğiz: Medeniyet kelimesini iki türlü kullanabiliriz: 1) Hükmî/Normatif anlamda medeniyet ve 2)Tasvirî/Deskriptif anlamda medeniyet. Tasvirci, tasnifçi anlamda medeniyeti, milletlerin tarihî birikimini, geleneğini ifade etmek için kullanırız: Hint Medeniyeti, Çin Medeniyeti gibi. Bu anlamda kullandığımızda bir coğrafyayla veya belli bir zamanla sınırlama kastı taşırız. Normatif anlamda medeniyet ise farklı coğrafyalarda ortaya bilgi ve teknik birikimin belli bir gelişme/ilerleme motivasyonuyla insanlığın vardığı teknolojik, bilimsel durumu tarif etmek üzere kullanılır. Batılılar, “civilization” yani medeniyet mevhumunu, normatif anlamda kullanırlar. İnsanlığın bütün tecrübesini kendi anlayışlarından süzüp belli bir seviyeye geldiklerini ve insanlığın ulaştığı en son noktanın da bu seviye olduğu varsayımından hareket ederler. Bütün insanlık tarihini de kendilerinin elde ettikleri gücün, tarihî aşamaları olarak okumak temayülünü taşırlar. Barutun kullanımı ve hikâyesi, Batılıların onu silah sanayinde kullanmaları sebebiyle anlamlıdır. Ama barutun vatanı Çin’deki bir şifacının tedavi yöntemi, modern tıbbın varsayımlarını doğrulamıyorsa hemen “hurafe” yaftasıyla gündemden düşürülür. Yine Çinlilerin hayvanları “imparatorun hayvanları, sinek büyüklüğündeki hayvanlar, güzel kokan hayvanlar” diye tasnif etmeleri Batı’daki Biyoloji’nin omurgalı/omurgasız, tek hücreli/çok hücreli vs. şeklindeki tasnifine bir katkı sunmamışsa gülünüp geçilecek, ilkel bir bilgi anlayışının yansımasıdır. Buna göre medeniyet tektir, evrenseldir, mukadderdir ve nihayet mutlaktır. Medeniyetin mümessili de Batı’dır. Arnold Toynbee ve Samuel Huntington dışında, kabul bu şekildedir ve hâkim görüş, Batı’da, bu yöndedir. Bunu, bu şekliyle hemen bütün dünya kabul etmiştir. Bizim İstiklâl Marşı’mızda “Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar”daki medeniyet de, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk devresinde idareyi elinde tutan kadronun ulaşılmasını hedef tayin ettiği “muassır medeniyet” de işte bu anlamdadır. Bugün için bu normatif kullanım yerini tasvirci, tasnifçi kullanıma bırakmaya başlamıştır. Biz yine de normatif kullanımının hâkim olduğunu, medeniyet mevhumunun da bu manada ortaya çıktığını göz önüne alarak bu kullanımı esâs alacağız, doğrusunun bu yönde olduğu kanaatindeyiz. Bu manada, medeniyet deyince hemen herkesin zihninde onun mümesillerinin teknikteki becerisi, teknolojideki durumunun önce akla geldiği, tasvirci/tasnifçi kullanımdaki “kültürel, manevî unsurlar”ın bunun gölgesinde kaldığı şayan-ı dikkattir.
Evet, medeniyet deyince evvela teknik beceri, teknoloji üretimi nazar-ı dikkate sunulur. Teknik, daha doğru Batı’da ortaya çıkan modern bilimin neticelerinden en önemlisi olan teknoloji neye istinat eder? İnsanın tabiat karşısındaki tavrı, tabiatı işleme şekli, tabiatı algılama şekli teknolojinin en önemli belirleyeni olmuştur. Çin, Hint ve Japon gibi kadim kültür havzaları tabiat karşısında edilgen, tabiatın tahakkümüne açık kültürlerdir. Onlardan farklı olarak Batı’da tabiata tahakküm edici bir kültür, bir anlayış vardır. Bu nasıl böyle olmuştur? Batı’da niçin böyle bir tasavvur gelişmiştir? Bu başlı başına bir tartışma, analiz konusu olacak mahiyettedir. Biz burada sadece bazı izlere işaret edip esas konumuza devam edeceğiz. Batı paganizmi yani antik putperest dönemi, çatışmacı bir kurguya sahiptir. Tanrıların katından ateşi, bilgiyi çalan Promete, aslında her biri tabiat temsili olan tanrılarla mücadele eden Antik Batı insanının sadece bir örneğidir. Tabiat güçlerinin temsili olan tanrılarla mücadele daha sonra Hıristiyan ilahiyâtı içerisinde benzer bir çatışma motifiyle devam eder. Miladı yani sıfır yılını “tanrının tarihe girişi” olarak tarif eden anlayış; mutlak iyilik kaynağı ve kurtarıcı, şefkatli mesih karakterinin karşısına şeytanı oturtur. Şeytan, Geothe’in Faust’una kadar Hıristiyan tasavvurunu ortaya koyan birçok metinde tabiatın mümessili veya kendisi olarak vardır. Tabiata şeytanî bir öz giydiren anlayış, onunla mücadelenin temellerini bu şekilde kurar. Kilisenin, kurtarıcı mesih geldiğinde, ileride, tanrının krallığı kurulduğunda mutluluğu elde edeceklerini insanlara vaat etmektedir. Kilise karşıtları ise ileride, tanrının krallığında değil “şimdi ve murada” cenneti, mutluluğu isterler. Böylece Batı sekülarizminin köküne de, reaksiyoner bir şekilde, Hıristiyan ilahiyâtı siner. Şeytanla mücadele eden Hıristiyanlığın yani dinin yerini medeniyet alır, şeytan ise tabiat demektir. Medeniyetin, teknolojinin gelişimine paralel olarak güç kazanması da bu tarihî çatışmaya dayanmaktadır.
Gündelik hayatta onlarca reklâmla karşılarız. Hemen hepsinin kullandığı iki tılsımlı kelime “rahat ve kolay”dır. Bize sunulan ürün bizi rahatlatacak, hayatımızı kolaylaştıracaktır. Neye karşı kolaylık ve rahat elde edeceğiz? Tabiatın zorluklarına karşı. Bunu da bize teknoloji, dolayasıyla medeniyet sağlayacaktır. Tabiat karşısında tahakküm arttıkça medeniyet de yükselecektir.
Peki, tabiat karşısında kadim toplumlardaki gibi edilgen, tabiata esir olan anlayış ile Modern Batı’daki tabiata sınırsızca, azgınca bir tahakküm dışında bir anlayış mümkün müdür? Tabiatla başka türlü bir ilişki kurulabilir mi? İlla bu iki tavırdan birisi tercih edilmek zorunda mıdır?
Mehmet Raşit Küçükkürtül
3 Yorum