Uzun zaman önce bir dostum bana gelip “Oturup uzunca düşünmenin yazıyla ne ilişkisi olabilir ki bu iş bize aktarılmış olanlarla ve bir yandan da bizim gördüklerimizle, karşılaştığımız olaylarla bağlantılı değil mi?” diye sormuştu. Ben de onu “Eğer tanık olduğun bir olayı düşünüp tasarlamadan anlatmaya kalkarsan bu frenleri patlak bir kamyona benzer ki olur olmaz yerlere girersin ve ayrıca insan düşünmeden ne yapabilir ki?” diye cevaplamıştım. Biraz düşündü. “Bak” dedim “şimdi bile düşünüyorsun. Belki de aklında bana nasıl cevap vereceğini tasarlıyorsundur.” Gülümsedi. Fakat haklısın demedi. Bu diyalog böyle noktalanırdı ekseriyetle. Onun yerine şöyle bir laf etti dostum, “Zaten her bir yanımız kalıp olmuş, alçıda gibiyiz. Sen bari yapma, böyle olmazsa olmaz deme.”
Kant’ın sanata getirdiği birçok tanım var. Fakat bunların içerisinden en iyisi olarak gördüğümü sizinle de paylaşmak isterim: “Sanat, duyulara verilmiş şeylere tekrar şekil vererek onları ideal bir yapıya yükseltir.” Peki, bu ideal yapı nedir? Şimdi burada estetik “ide”ler yani sanatın ürettiği ideal yapı salt aklın güdümünden kurtulmayı başarmış metafizik olgunluktaki, duyuların ve daha çok kalbin (kalbe düşenlerin de diyebiliriz) biçimlendirdiği şeylerdir. Kant, burada daha çok duyulara dayalı imgelemin tasarımını ifadelendirir. Çünkü Kant, sanat yapıtı olarak şiiri göz önünde bulundurduğu için idelerin estetiğini öncül kılar. Hegel’in şiir sanatı için söyledikleri daha tafsilatlıdır. Hegel şunu söyler: “Şiir sanatı tinin (ruhun) evrensel sanatıdır ve gerçekleştirmek için duyulabilir materyale, hammaddeye daha fazla gereksinimi olmadığı için çok daha özgür bir sanat türüdür.” Burada şairlerin gerçek dünyadan asgari düzeyde esinlenerek yazdığının ve asıl duyulamayanın (metafizik gerçeğin) malzemesine, materyaline ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.
***
Geçenlerde garip bir adamla karşılaştım. Adam ne söylesem aynını dile getiriyordu. Sanki beni takip eden bir yankıydı bu.
“Nasılsın?” dedim, “Nasılsın?” dedi.
“Saat kaç?” dedim, “Saat kaç?” dedi.
“Çay içer misin?” dedim, “Çay içer misin?” dedi.
Bunun üzerine “İçerim” dedim, o da “İçerim” deyince iş sonuca bağlanmış oldu. Çaylar geldi. Böyle biriyle konuşmak ne mümkün! Sanki kendi kendine konuşuyormuşsun gibi oluyor. İşte böylesi insanlarla belki sohbet edemezsiniz ama iyi gözlemlerseniz çok iyi bir öykü karakteri kurabilirsiniz. Öyle anlarını yakalayacaksınız ki karakter saat gibi olacak. Yani onun ruh hali teklemeden, çelişmeden kayda geçmeli. O yüzden bilhassa öykücünün ve romancının dikkati başka durumlar üzerine yoğunlaşır. Kalabalığın içinde birbirinden habersizce yürüyen insanların bütün sağırlığını bu dikkatiyle çözen öykücü ve romancı insanın göremediklerini iyi bir biçimde göstermekte mahirdir. Gözlem gücünüzü arttırmak istiyorsanız, izlemenin yanı sıra, izin verdikleri ölçüde ve olabildiğince insan tanıyın. Kayıkhanelere gidip balıkçıların sohbetine kulak vermek, toplumdan dışlanmış, yalnız insanların aralarına karışmak, meczupları tanımak ve onların ruh hallerini tahlil etmek şüphesiz önemlidir. Bir yandan da mekân gözlemi yapmak gerekiyor. Çünkü her şeyi tahayyül edemeyiz. Bu aslına uygun olmayabilir. Aslına uydurmak gibi bir kural yok fakat gene de gezdiğiniz yerleri not alıp oraların ayrıntılarını kurmaca içinde kullanmak sizi daha çok zenginleştirecektir. Bu gezmeden kastım seyahat değil. Onu da yapın fakat mezarlıkları, hastaneleri, duruşma salonlarını, mahalle kahvehanelerini, kamu binalarını, tarihi sarayları, tekkeleri, dergâhları, türbeleri, sebze hallerini, balık mezatlarını, oto tamirhanelerini, semt pazarlarını ve daha birçok mekânı gezip tanımak ve oralardan anlatılar çıkartmak, oralarda bulunan insanların yaşadıklarını dinlemek, belki bazı olaylara şahitlik etmek yazıyı taşıyan kolonlardan biri olabilir.
***
“İçinde yaşadığımız çağda daha çok önemli olan, sanat yapıtının yaratıcısıyla ilişkisini araştırmayı bırakıp yapıtın alıcıları karşısındaki konumunu güvence altına almaktır” Rilke böyle söylüyor. Şair bunu yaşadığı dönemin içinden dile getiriyor. Şimdiye baktığımızda kolaylıkla durumun çok da farklı olmadığını görebiliriz. Sanat yapıtını önemli kılan saikleri madde madde yazsak ne tutar ki? Biz eseri yazarıyla mı ilişkilendireceğiz yoksa okuruyla olan bağından mı bir şeyler çıkartacağız? Pek tabiî ki okurun eserle bağı yadsınamaz bir gerçektir. Fakat eseri yazarından kopartacak denli kötü bir tutumdur bu. Okumaya başladığımız eserin en büyük ölçüsü onu ne kadar kişinin okuduğu veya onu kimlerin sahiplendiği değildir. Aksine okuduğumuz eserin içindeki dünya yazara aittir ve onu daha iyi kavramak için eserle onu meydana getireni araştırmalıdır.
Peki sizce bir yazarı iyice tanımanın yolu nedir?
Attila K. Sezer
2 Yorum