Didem, bir önceki mektubumdan alındığını söylüyorsun. O halde Cemil Meriç’in Lamia Hanım’a yazdığı şu satırları oku lütfen: “Kalbimi kelimelerle doldurdum. Mektuplarım onun için parmaklarını yakıyor. Dudaklarını da yakacak. Dudaklarını ve bütün varlığını. Ben pervane değil, ateşim. Kıskanıyorum kelimeleri. Birer kelebek gibi sana uçuyorlar. Kelimeler senin kokunla sarhoş.”
Eğer mektubumdan alındıysan bilmelisin ki mektuplarımı kalbini yakması için değil varlığını kül etmesi için yazıyorum. Alınacaksan asıl bu mektuba alınmalısın. Senin aldığın her nefes benim nefesimden… anladın… Tasavvufta “hûş der dem” diye bir usul var. Yani her nefes alıp verişte Hak ile birlikte olmak. Bir an bile Allah’ın seni gördüğünü unutmamak ve kuluna şah damarından yakın olan Allah’tan gafil olmamak… Şah-ı Nakşibend hazretleri de; “Bizim terbiye yolumuz, nefeslere varana kadar her anını uyanık geçirme üzerine kurulmuştur. Uyanık derviş, iki nefes arasını bile zikirle geçirir.” buyurur. İstersen neyi kastettiğimi anlaman için bir ipucu vereyim. Mazhar Fuat Özkan’ın “Buselik Makamına” isimli şarkısının ilk dizesi şöyleydi: “Leyladan geçme faslındayım”
Anlamın kendine dönmesi diye bir şey var. Anlamın kendini kör etmesi diye de bir şey var. Hatta anlamın anlamsızlığa yol bulması da söz konusu. Ve dahi sana şunu söyleyebilirim, kişinin kendi anlamıyla bir ömür yüzleşememesi de artık âdiyattan bir durum. Bunun yanı sıra Mecnun’un bir ömür Leyla diye kendini sevdiğini haykırabilirim. O çöllerde Leyla diye kendine ağıt yaktığını ve en son Leyla’sından soyunduğunu da… İşte bütün bunları masanın üzerine bırakıyorum. Dahası ise bende saklı. Ne masadakileri ne de bendekileri almayacağını biliyorum ama umut elimden tutmasın mı?
Ah Didem! Sana ne kadar kızsam da ne fayda! İnsan, sabah uyanır uyanmaz dudaklarında koskoca bir özlem hisseder mi? Buluta yükü sorulmaz derler, derler çünkü bulut ne getirirse getirsin ıslananlara sadece eyvallah düşer. Bu mektup nereye gidiyor böyle? Ha, bu arada sabahları uyandığımda hissettiğim o özlemi de masaya bıraktım. Kendimi unutulmuş, yangında ilk yanacak, şehrin arkasını döndüğü, çürümeye bırakılmış eski bir elbise gibi hissediyorum son günlerde. Biliyorsun tenhalığımın sebebi sensin. İnsan bazen devam edecek gücü bulamaz kendinde. Hatta kendinde kendini bulamaz. Sonbaharda savrulan yapraklara özenir olur. Rüzgâra kendini bırakan… iradesiz… Derken kaskatı bir yumruk iniveririr yüzüne. Aniden gerçekliğe toslarsın. İşte o gerçeklik var ya senin icat ettiğin, işte o gerçeklik yakar insanı… Sen ötede taş kesilmişçesine izlersin olanları… Yeri göğe katarsın. Harfleri kelimelere, kelimeleri cümlelere çevirirsin. Öylece bakarsın. Fırtına yüzünü uzaktan gösterdiğinde ise eteklerini usulca toplayıp yüzüne o masumane ifadeni takınır gidersin. Geriye acıtan güzelliğin kalır.
Bazen bir çığlık sadece çığlıktır. Bazen bir gerçeklik sadece gerçeklik değildir. Ne diyordu Ebubekir Eroğlu:
“Aç kilidini ey kelime!
anlamın baskıladığı duygular var üzerimde
farzet ki acıkmış haldeyim ezeli esrimeye”
Sulhi Ceylan
7 Yorum