Lise yıllarıma dair en güzel anılarımdan biri edebiyat hocamızın düzenlediği şiir gecesiydi. Nasıl olduysa bana da bir şiir okuma görevi verilmişti. Sayısalcıların bu etkinliklere katılması pek doğal karşılanan bir durum değildi. Öyle ki mezun olana kadar hocalarım tarafından “senin bu sınıfta ne işin var?” sorularına sık sık maruz kalmama sebep olacaktı. Hâlbuki sayısalcı olmak birçoklarının aksine bizim için tercihten öte zorunluluktu. Sebebi ise okul müdürümüz Abdülkadir Hoca’nın eşit ağırlığı oldukça hafife almasıydı. Sözel bölüm ise onun için yok hükmündeydi, zira sözel sınıf açmaya tenezzül dahi etmemişti.
Abdülkadir Hoca, o yıl kimya öğretmenliğindeki yirmi üçüncü yılını devirmek üzereydi. Okuldaki bazı öğretmenlerimiz onun eski talebeleriydi. Muazzam disiplinli, çalışkan, katî kuralları olan idealist bir öğretmendi. Sadece öğrencileri değil, öğretmenleri de hizaya çekme konusunda pek mahirdi. Doğal bir liderlik yeteneği vardı. Okulda müdür, apartmanda yönetici, öğretmenevinde müdür… Girdiği herhangi bir ortamı yönetme konusunda daha istikrarlı kimse görmedim. Sayısal haricinde okunmaya değer bir bölüm olmadığını iddia ederdi. Teneffüslerde dahi test çözmemiz gerektiğini anlatır, derslere bir dakika bile geç kalınmasına asla taviz göstermezdi. Sayısal bölümlere neden bu kadar takıntılı olduğunu çok sonraları anladım. Kendini gerçekleştirme yolculuğunda, sosyal bilimleri ihmal etmesini o dönemin şartlarına bağlıyorum. Hak vermiyorum elbette, yalnızca anlıyorum.
Bir yandan sayısalda Türkiye derecesi yapmaya aday öğrenciler yetiştirme gayretindeyken diğer yandan piyes gecesi, şiir gecesi gibi etkinliklere destek vermesini garipserdim. Sanatı gerçek hayatın küçük bir bölümünde rahatlama seansı olarak mı görüyordu acaba? Belki. Fakat tüm o sert görünüşünün ardında ince ruhlu bir adam olduğunu da şiir gecesinde anlayacaktık.
O gece hangi şiiri okuduğumu hatırlamıyorum. Edebiyat öğretmenimiz, Şükrü Erbaş’ın Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? şiirini okumuştu. Abdülkadir Hoca’nın okuduğu şiir haricinde aklımda kalan tek şiir buydu. Büyük cesaretti doğrusu. Davetlilerin en az yarısı köylüydü. Şerhi yapılmadan, dümdüz okuyup sahneden inmenin mümkün olmayacağını düşünüyordum. Salonda uğultular yükseleceğinden, belki birilerinin ayağa kalkıp hakaretler edeceğinden ve programın henüz başlamışken sona ereceğinden neredeyse emindim. Öyle olmadı. Kültürel etkinliklerin yılda yalnızca birkaç kez yapılabildiği o küçük şehirde hafızalara kazınacak bir program olarak sona erdi. Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? ise kahkahalar eşliğinde epey alkış aldı.
Programın başında sunuculuğu da üstlenen edebiyat öğretmenimiz Orhan Hoca, selamlama konuşması için Abdülkadir Hoca’yı sahneye davet etti. Hitabeti oldukça kuvvetliydi Abdülkadir Hoca’nın. Hazırunu heyecanlandırmış, gönülleri ısıtmıştı. Alkışlar eşliğinde sahneden inmek üzereyken Orhan Hoca mikrofonu aldı ve “Lise yıllarımızda Abdülkadir Hoca bize şiirler okurdu. Şimdi de kendisinden bize o çok sevdiği şiiri okumasını rica ediyoruz.” dedi. Abdülkadir Hoca şaşırarak “Ama şiir ezberimde değil” dedi. Orhan Hoca, “Hocam, biz hazırlıklı geldik” diyerek şiirin yazılı olduğu kâğıdı cebinden çıkardı. Önceden çalışılmış da olsa tatlı bir emr-i vâkî gibi duran bu sahne gönülleri bir kez daha ısıttı ve Abdülkadir Hoca alkışlar eşliğinde tekrar kürsüye geçti. Şiiri okumadan önce şunları söyledi:
Türkiye’nin sağ – sol diye ikiye ayrıldığı o karanlık dönemde, öğrencilerimizi silahların gölgesinden uzak tutmak için ya Beşiktaş’tan bahseder ya da şiir okurduk. (Yoğun alkışlar…) İşte bu da en sevdiğim şiirlerden biridir: ‘Mona Roza, siyah güller, ak güller…’
Mona Roza’yı ilk kez duymuştum. Abdülkadir Hoca’nın sahne ışığı altında, mutluluktan elleri titreyerek ve adeta yaşayarak okuması her bir mısraın etkisini katbekat arttırıyor, fonda çalan hafif müzikle birlikte dinleyicileri mest ediyordu. O programdan sonra Mona Roza, aşk denizinde hülyalara dalan birçok liseli gencin gecelerini süsleyecekti.
Şairi nasıl bir âşıktı acaba? Hmm… Meğer bir kavuşamama hikayesini anlatıyormuş. Ooo… Her paragrafın ilk harfini alt alta yazınca o kadının ismi çıkıyormuş… Hatta onunla evlenemeyince bir daha evlenmemiş, vay be… Sezai Bey bu çağın Mecnun’uydu artık. Şiirden bir nebze de olsa bahsedilen her ortamda söz bir şekilde Mona Roza’ya geliyordu. Herkes Sezai Bey’e kendinden bir şeyler katarak efsaneyi büyütüyordu. Sosyal medya yaygınlaşınca Mona Roza iyice etkileşim malzemesi haline döndü. Sezai Bey’i tanıyanlar, kitaplarını okuyanlar ise Mona Roza merkezli bu şöhretten oldukça rahatsızdı. Kitaplarını okudukça ben de bir zamanlar dönüp dönüp okuduğum şiirin artık adını anmaz oldum. Sosyal medyada Mona Roza’nın paylaşılmasını, hikayesinin ‘Az bilinen gerçekler’ başlığı altında binlerce beğeni almasını Sezai Bey’e hakaret gibi görüyordum. Sezai Bey’in de Diriliş Partisi merkezindeki sohbetlerinde bu hikâyenin sorulmasından oldukça rahatsız olduğunu duymuştum ki bu anlaşılır bir durumdu. Müslümanların meseleleriyle dertlenmiş bir mütefekkire magazin muhabirleri seviyesinde soru sorulması abesle iştigaldi. Artık nerede bir Mona Roza mısraı görsem neredeyse tiksiniyor, paylaşan herkesin yüzeysel ve etkileşim bağımlısı olduğunu düşünüyordum.
İşin magazine dökülmesine verilen tepkiler elbette anlaşılabilir. Fakat bugünden bakınca Mona Roza’dan bahsedilmesinden dahi rahatsızlık duymanın altında gizli bir kibir yattığını fark ediyorum. Eğer şairin fikirlerini anlamaya davet ediyorsak, buna itirazım yok. Ancak şairi hakkıyla anlama çabasının şart koşulması üstencilik değil midir? Kendini Diriliş neslinin bir ferdi olarak görmeyenlerin Mona Roza’yı sevmeye hakkı yoktur mu diyeceğiz? İnsanların kendince güzel buldukları bir eserden mutlu olacakları kadarını alıp gitmesinin kime ne zararı var? Benzer durum bugün İsmet Özel için de var. İsmet Bey’in hiçbir kitabını okumadan Amentü şiirini severek dinleyen bir gencin buna hakkı olmadığını mı savunacağız? Yoksa Amentü’yü seviyorsa en azından Kalın Türk’ün ne demek olduğunu bilmesi gerektiğini mi şart koşacağız? Hatta, “Kafirle savaşmayı göze alan Müslüman’a Türk denir” sözünü işittiğinde “Keşke İsmet Özel sadece şiir yazsa” diyecek kadar konuya uzak olanların dahi “Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi” mısraıyla iç çekmelerinden rahatsızlık mı duymalıyız?
Sanat eleştirmeni değilim. Biraz araştırınca bazı eleştirmenlerin, bir eseri tam anlamıyla değerlendirebilmek için yazarın ve onun edebi mirasının iyi bilinmesi gerektiğini savunduğunu gördüm. Edebiyatı, geçmişten gelen bir diyalog ve yazarın tüm birikimini bu diyaloğun bir parçası olarak görüyorlarmış. Diğer taraftan Roland Barthes gibi bazı düşünürler, eserin sahibinden bağımsız olarak kendi başına bir anlam taşıdığını savunuyormuş. ‘Yazarın ölümü’ kavramıyla eserin okurla kurduğu ilişkiyi ifade etmeye çalışıyorlarmış. Fikrî işçiliğin ürünü olan eserlerde ilk görüşten, duygusal niteliği yoğun eserlerde yazarın ölümünden yanayım.
Abdülkadir Hoca geçen yıl emekli olmuş. Bulunduğu mekânı aşmış bir adam olarak hatırlıyorum kendisini. Sağlık ve afiyet dilerim.
İbrahim Halil Aslan
1 Yorum