Anı Koleksiyoncusu

“Bir yazarın ilk yapması gereken,
her şeyi hatırlarken anılarını yazmaktır.”
(Gabriel Garcia Marquez)
 

Dedem bazen aynı hikayeyi gün içinde üç kez anlatıyor. Bazen de sabah kahvaltıda birlikte gülüştüğümüzü akşama unutmuş oluyor. Onun yitip giden dünyasını izliyorum. Unutmanın ne kadar yıkıcı olduğuna şahitlik ediyorum. Hafızası her gün biraz daha eksiliyor. Tek dayanağımın yazmak olduğunu anladığım günden beri yazıyorum.

Kendime “Anı Koleksiyoncusu” diyorum. Yaşadığım her anı itinayla toplayıp defterimin en güzel köşesine yerleştirerek yazıyla beslenen biriyim.

Küçük notlar, kurutulmuş çiçekler, kartpostallar, sinema ve tiyatro biletleri… Hepsi defterimde yerini bulur ve anın kokusu siner sayfalarıma. Saklarım hepsini, yanına da o ana dair küçük notlar düşerim.

Yazma merakım ortaokul sıralarında başladı. Defter kenarlarına düşülen cümlelerden, lise yıllarında tutulan günlüklere, şiir defterlerime uzandı. Yazıya tutunmak için en sağlam yol günlüklerimdi. Ruhumu derinleştiren şeylerin biri çocukluk anılarım, diğeri yaşadığım deneyimlerin bende bıraktığı izler oldu.

Lise yıllarımda, defterimin sayfaları sadece ders notlarıyla değil, divan edebiyatının ağdalı mısralarıyla da dolup taşardı. O yaşlarda yaşıtlarım günümüz şairlerini konuşurken, ben gönlümü divan edebiyatına kaptırmıştım. Kimileri için anlaşılmaz, kimileri için süslü olan o beyitler hislerime daha yakındı.

Fuzûlî’nin aşkı, Bâki’nin coşkusu, Nedim’in neşesiyle yoğrulmuş beyitleri yazarken, kalemim kendi dilimin musikisini bulmam için bana yol gösteriyordu. Şimdi dönüp baktığımda, yazma yolculuğumun ilk adımları o defterdeki divan edebiyatı şiirleriyle atılmış.

Kalemler, defterler ve yazdığım beyitler bir gün yerini kitaplarla başlayan daha büyük bir yolculuğa bıraktı. Okudukça daha çok yazıyordum. 90’lı yıllarda hem Türk hem de dünya klasiklerini lise çağında okumak çok yaygındı. Bu kitaplar bana farklı dünyaların kapılarını aralıyor, karakterlerin acılarını ve sevinçlerini hissederek yazma tutkumu besliyordu.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu okuduğumda içimde bir yer ince ince sızlar, her yerim ağırırdı. Suç ve Ceza’yı okurken gerilir, Raskolnikov’un vicdan azabını neredeyse kendi omuzlarımda taşırdım. Karamazov Kardeşler’de kardeşlerin çatışması yüreğime dokunur, insanın ne kadar karmaşık olduğunu anlardım.

Victor Hugo’nun Sefiller’ini ilk okuduğumda lise sıralarındaydım. O kadar çok ağladığım ki… Yaşasaydı, “Üstad beni böyle ağlatmaya ne hakkın var?” demek isterdim. Lise yıllarımda beni en çok sarsan, en çok değiştiren romandı. Sefiller yalnızca roman kahramanlarının değil, hepimizin hikâyesiydi. Hayatta bazen Valjean gibi ikinci bir şans arar, Javert gibi kuralcı olur, bazen de Cosette gibi saf kalabilmek için çırpınırız.

Çocukluğumdan bu yana bana “En iyi ne yaparsın?” diye sorsalar, hiç düşünmeden yazı yazmak derdim. Çünkü hafıza her zaman unutmaya meyillidir. “Söz uçar, yazı kalır” derler ya, işte bende o anları koleksiyon yapmaya dair çabalar dururum. Çabamın altındaki kaygıyı da sezebiliyorum. Anılarımı yazmazsam elimden kayıp gideceklerini hissederim. O yüzden onları biriktiririm.

İfade etmenin yollarını her defasında yeniden keşfettiğim bu yolculukta, dilimin de günbegün değiştiğini fark etmek, beni heyecanlandırıyor. Çünkü bugüne kadar yazılacak her şey belli ki yazıldı. Ama asıl mesele bizim nasıl yazdığımızdı.

Benim tek derdim yazma serüveninin kendisi. Yazarken kendimi o kadar mutlu ve anda hissediyorum ki, diğer şeyler dert olmaktan çıkıyor zihnimde. Var olabilmek için kelimelere tutunuyorum. Bir yerlerde birilerinin kalbinde küçücük bir iz bırakmak ihtimali bile kalbimi nasıl heyecanlandırıyor bir bilseniz. Yazmadığım zamanlarda ise seyahat ediyorum.

Hep kendi kendime yazardım. Defterlerim kutularda sessizce beklerdi. Yazarken birilerinin onları okuyabileceği ihtimali aklıma bile gelmezdi. Belki de bencilceydi bu; kendime iyi gelmek, duygularımı sağaltmaktı tek derdim.

Ama bir gün yazım edebifikir.com sitesinde yayımlandı. O an içimde bir şeyler değişti. İlk kez yazdıklarımı kendim için değil, başkaları için de yazmak istedim. Artık okurların varlığını bilmek, yazılarımı beklediklerini hissetmek istiyorum. Masum bir istekti bu.

“Varoluşun Sıfır Noktası” adlı metnimi Edebifikir’e eposta olarak gönderdiğimde editörün cevabı önemliydi: “Sırf fonetiği metne uyuyor diye ‘varoluş’ gibi altını referans metinlerle doldurmadan kullandığınız bazı ifadeler ve terkipler (Modern insanın yalnızlığı, angaje kimlikler, anne karnı tasvirleri vs. bunların tümünü kendinize ait bir dille yorumlamazsanız bayağılaşırsınız.) nitelikli okurun süzgecinden geçmez.” Eleştirilerin hepsini defterime not aldım ve defalarca okudum anlayabilmek için. Bu farkındalık, yazarlık yolculuğumda bana rehberlik eden pusula oldu.

Büyük cümlelerin ağırlığında yürümek istedim, kimi zaman sesimin gür çıkmasını, kimi zaman da kelimelerimin yerli yerine oturmasını arzuladım. Öyle cümleler kurmak istedim ki, hem estetik olsun, hem de anlamın zirvesine ulaşsın. Nitelikli, ağır ve gösterişli cümleler… Ama zamanla anladım ki yazmak için bu kadar karmaşık çabaya gerek yok.

Ağaçtaki bir kuşu anlatmak da yetiyor, kış için açılan yufkaları, misafir masalarının büyüklüğünü, terasta ailece edilen sohbetleri ya da kulağımıza miras kalan manileri. Çünkü aslolan, büyüklüğün gösterişli gölgesinde kaybolmak olmamalı. Küçük olanın içtenliğinde kendini bulmak da mümkün. Artık büyük laflar etmek yerine, yolumu küçük anların içtenliğiyle almak istiyorum. Kendim gibi olmak, kendim gibi yazmak. Ağdalı cümlelerle kendimden uzaklaşmak yerine, kalemimin mürekkebi nasıl akıyorsa öylece yazıya bırakmak…

Felsefi derinlikler, soyut tartışmalar ve büyük cümleler başkalarına kalsın. Benim yolum okuru tebessümle, hatıra veya hüzünle karşılayan yazılardan geçiyor. Artık kelimelerim, süslü değil, ama sıcak ve gerçek. Ruhumun içtenliğini paylaşmak tek derdim.

Rüzgarın yüzüme dokunuşunu, bir çocuğun kahkahasındaki masumiyeti, çiçek açmış dalın sakladığı müjdeyi yazmak istiyorum artık. Penceremin önüne konmuş serçenin kalbimde bıraktığı hissi arıyorum.

Yazım yayımlandığında hiç tanımadığım insanların sesleri belirdi zihnimde. Tanımadığım okurlardan gelen yorumlar, cümlelerime farklı gözlerle bakışlar, kalemimi bir an titretse de yazmayı bırakmadım, aksine daha sıkı sarıldım kelimelere.

Kelimeler önce yazarın ruhuna dokunmalı, sonra başkalarının yüreğine. Hatırladıklarımı başkalarının kalbine emanet etmenin en kalıcı yolu yazıydı.

Alzheimer, ailemde yalnızca bir hastalık değil, hatırlamanın direnciyle, unutmanın sessiz yıkımı arasında verilen acımasız bir sınavdı. Dedemin hafızasından silinip giden anılar, kaybolmasın diye kaleme sarıldım.

Yıllardır, farkında olmadan, hatırlarken yazdım, yazdıkça hatırladım. Yazmak, benim için hayatta yaptığım en özel koleksiyon.

Aynur Macit

 

 

 

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Nuray ERSÖNMEZ , 03/10/2025

    O kadar bizden o kadar bizi anlatıyor ki …Devamını bekliyoruz

  • Sevda Altay , 15/09/2025

    İyi ki yazma alışkanlığını hiç bırakmamışsın. Bizi bu kadar samimi hikâyelerden mahrum etmediğin için teşekkürler. Yazılarının devamını heyecanla bekliyorum, başarıların daim olsun.

  • Yalçın Temur , 15/09/2025

    Kalemine duygularına sağlık Aynur hanım. Başarılı çalışmalar diliyor yeni yazılarınızı merakla bekliyorum

  • SALİHA EBCİM , 15/09/2025

    BİR YILDIZ DOĞUYOR…
    Çaban o kadar çok güzel ki; ve buna şahit olmak.
    Yazı yazmanın faydaları saymakla bitmez. Sende ki azimde.
    Hayallerin hiç bitmesin. Yüreğine sağlık. Hep yaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir