
Bugünlerde dikkat ediyorum da, birçok insan yapay zekânın teknolojiyle iç içe geçmiş hâliyle, görsel sanatlardan edebiyata, müzikten performans sanatlarına kadar uzanan geniş bir alanda yaratıcı bir güç olarak ortaya çıktığına inanıyor, hatta inanmakla da kalmayıp bu birlikteliği gönülden destekliyor. Yapay zekâ ve sanatın böylesine iç içe geçmesi, bu iki olgunun arasında var olan ya da olması gereken ince çizginin her geçen gün giderek kaybolmasını “geleceğin sanatı” adına umut verici bir durum olarak görenler var. Konuya müspet yaklaşanların durdukları ya da baktıkları noktadan durum öyle görünse de biz pek de aynı fikirde değiliz açıkçası. Ama tabii ki, söz konusu teknolojinin gelişimini olumlu karşılayan düşüncenin varlığını da yadsıyamayız. İşte bu yüzden, öncelikle yapay zekâ ile sanatın bahsettiğimiz birlikteliğinin ne anlama geldiğini ve geleceğin sanatının bizi nereye doğru götürdüğünü irdelemek, tabiri caizse otopsisini yapmak gerekiyor. Bunu yapabilirsek teknoloji alanında ilerlemenin sanat dünyasını nasıl bir dönüşüme doğru sürükleyebileceğini ve bu dönüşümün gelecekte bizi nasıl şekillendirebileceğini daha iyi anlayabiliriz.
Yapay Zekâ ve Sanatın Sözde Ortaklığı
Yapay zekâ ile sanatın bu “ortaklığını” savunanların temel dayanak noktasından başlayalım. Bu iddia, yapay zekâ ile sanatın buluşmasının çeşitli olumlu sonuçlar doğuracağı düşüncesine dayanıyor. Gerçekten de yapay zekâ denen olgu, sanatın içinde kendine daha fazla yer açıyor gibi görünüyor ve bu gidişatın, sanatın gelecekteki yönünü belirlemede önemli bir payı olacağı sıkça konuşuluyor. Resim, müzik, sinema gibi sanatın envaiçeşit alanında kullanılan yapay zekâ, sanatçılara bambaşka, taptaze ve kreatif bir bakış açısı sunuyormuş. Yine bir iddiaya göre algoritmaların sanat eseri üretmek için kullanılmasıyla, bu teknoloji sayesinde çok daha karmaşık, daha sofistike işler ortaya çıkabilirmiş. Tüm bu iddialar ilk duyduğunuzda ya da okuduğunuzda insanın kulağına hoş geliyor, değil mi? Hatta bu durum, sanatçılara daha önce hiç hayal bile etmedikleri, sıra dışı fikirlerin izini sürme fırsatı da tanıyacak düşüncesini de eklersek ne düşünürsünüz? Mesela resim sanatında bu tür yeniliklerin etkileri, sanatçıların üretkenliğine yepyeni bir boyut kattığı söylenip duruyor.
Yapay zekâyla yapıldığı söylenen resimler, bir bakıyorsunuz gerçek dünyadaki nesnelere tıpatıp benziyor, bir bakıyorsunuz bambaşka, özgün bir şeyler sunuyor. Müzik sanatına etkileri de bundan aşağı kalır değil. Yapay zekâ destekli müziklerin, sanatçıların üretkenliğini daha önce hiç ayak basılmamış diyarlara taşıdığı iddia ediliyor. Bütün bu gelişmelerin, gelecekteki sanatçı profilini kökünden değiştirecek önemli bir dönüm noktası olacağı da bugünkü varsayımlar arasında. İddiaya bakarsanız; sanatçılar, yapay zekâyla omuz omuza çalışarak kreatif yönlerini daha da parlatacak ve kendi alanlarında daha önce eşi benzeri görülmemiş, orijinal işlere imza atabilecekler.
Netice itibarıyla, yapay zekâ ve sanatın bu denli iç içe geçmesi, yaygın kanıya göre sanatın geleceği için oldukça heyecan verici bir dönemin kapılarını aralıyor. Yapay zekâ sanatın çeşitli alanlarında birtakım yenilikler getirebilir ve sanatçılara -Transhümanistlerin o pek sevdiği tabirle- daha önce keşfedilmemiş boyutlarda bir “yaratıcılık” sunabilir. Ancak bize göre madalyonun öteki yüzü var ve bu yüz tehlikeli. Zira bu durum, sanatın can damarını oluşturan insana özgü duygusal derinliği ve içgüdüsel üretimi fena halde sekteye uğratma potansiyeli taşıyor. Yapay zekâ dediğiniz şey, en nihayetinde algoritmalar ve birtakım hesaplamalar üzerinden sanat üretebilecek bir teknoloji. Peki, ama bu mekanik işlem, biz insanların yaşadığı deneyimlerden, anlık duygusal gelgitlerden ve tamamen kişisel bakış açılarından süzülüp gelen sanat eserinin oluşturacağı derin etkiye gerçekten ulaşabilir mi? Meselenin bu kısmı kocaman bir soru işareti. Dahası, yapay zekânın sanat üzerindeki etkisi arttıkça, sanatın kalbinde yatan insan merkezli üreticiliği ve benzersizliği gölgeleme riski de cabası. Hal böyle olunca da ister istemez sanatın ve sanatçının gerçek rolünün ne olduğunu bir kez daha, ama çok daha derinden sorgulamamız gerekiyor.
Maziye Bakalım
Yapay zekânın sanata bulaşması, aslında 1950’lerden beri üzerine kafa yorulan pek de yeni sayılmayacak bir mesele. Örneğin 1968 yılında başlayıp yapay zekâ alanında önemli bir iz bırakan Harold Cohen’i konuyla az çok ilgilenenler hemen hatırlayacaktır. Cohen, 1970’lerde AARON adını verdiği bir bilgisayar programı geliştirmiş ve bu programla otomatik resim çizen ilk yapay zekâ robotunu yapmıştı. AARON da böylece ilk sanatçı robot olarak tarihe geçmişti. Bilgisayarla resim yapabilen bir robot düşünün, kendi başına orijinal sanatsal görüntüler üretiyor ve mucidinin yardımıyla bunları renklendiriyor. Bu çalışma, bilgisayar sanatında bir nevi öncü sayılırken, peşi sıra yapay zekâ tabanlı nice algoritmalar ve teknolojiler geliştirildi. Böylece yapay zekâ denen olgu, görsel sanatlar, müzik ve edebiyat gibi alanlarda da kendine yer bulmaya başladı. Kabul, yapay zekânın devasa miktarda veriyi analiz edip buradan yeni, inovatif fikirler damıtabilme yeteneği var. Meselenin bu tarafını kimse inkâr etmiyor zaten. Hatta bu sayede inovasyon süreçlerini hızlandırıyor, insanla birlikte artık daha karmaşık eserler de üretebiliyor. Ama bu “üretim” ne kadar sanatsal? Bu durum, sanatçılara bir yandan yeni ve ilginç kapılar aralıyor gibi dursa da yapay zekânın sanatın geleceğindeki rolüne dair o bitmek bilmeyen tartışmaların da fitilini ateşliyor.
Yapay Zekâ ve “Sanatsal” Üretim
Google’ın bir zamanlar epeyce ses getiren Deep Dream diye bir programı vardı. Ne yapıyordu bu program? Resimlerdeki desenleri alıp, onları adeta rüyadaymışsınız gibi dönüştürüyordu. Bir tür bilgisayar görüsü uygulamasıydı yani. Anladığımız kadarıyla, yapay sinir ağıyla eğitilmiş bu sistem, görsellerdeki belirli katmanları analiz edip “hayalî” bir yeniden üretim yapıyordu. Google bunu önce kendi görsel tanıma sistemlerini geliştirmek için kullandı, sonra da “buyurun, herkes deneyimlesin” diye halka açtı. Ortaya çıkan sonuçlar mı? Boşlukları, kıvrımları ya da gölgeleri bile alıp köpek başlarıyla, kuş gözleriyle dolduruyordu. Kimi zaman büyüleyici, kimi zaman rahatsız edici. Google, bu teknolojinin hem bilgisayarların veri işlemesini görselleştirmek için örnek olduğunu, hem de potansiyel bir sanatsal araç olabileceğini savundu. Bugünse işler çok daha ileri gitti. DALL·E 3, Midjourney 6, Stable Diffusion XL gibi modellerle artık yalnızca hayal değil, gerçeğe oldukça yakın görüntüler üretilebiliyor. DALL·E örneğin, sadece komutla resim çizmekle kalmıyor, verdiğiniz bir eskizi renklendirip yağlı boya tekniğiyle tabloya çevirebiliyor.
Bir de NVIDIA’nın StyleGAN çalışması vardı ki, yapay zekânın insan yüzü üretimindeki yeteneğini gözler önüne sermişti. GAN (Üretken Çekişmeli Ağ) teknolojisine dayanan bu sistem, iki sinir ağı arasında yürütülen “yarış” sayesinde gerçekmiş gibi görünen ama tamamen sentetik yüzler üretiyordu. Her bir yüz, gerçekte hiç yaşamamış bir insana ait olsa da o kadar doğaldı ki ayırt etmek güçleşiyordu. Artık onun da ötesindeyiz. 2024 sonrasında, diffusion temelli modeller devreye girdi. Bugün sosyal medyada karşınıza çıkan birçok “fotoğraf”, aslında hiç var olmayan insanların suretleri. Video oyunlarından sanal influencer’lara, moda tasarımından dijital sanat sergilerine kadar bu teknolojiler çoktan kullanılmaya başlandı bile.
Bir de Google’ın Magenta projesine bakalım. Evet, hâlâ açık kaynaklı ve meraklıları için deneysel alan sunuyor. Müzikal sesleri analiz edip yeni besteler oluşturmakta kullanılıyor. Ancak sahne artık başka oyuncuların: Suno, Udio, Riffusion 2 gibi sistemler, yapay zekânın müzik üretimindeki rolünü baştan yazıyor. Bugün bu modeller, birkaç cümlelik bir komutu alıyor, türünü, temposunu, sözlerini kendiliğinden belirleyip radyo kalitesinde müzikler üretiyor. Sadece akor dizilerini taklit etmekle kalmıyorlar, duyguya, atmosfere ve estetik tercihlere göre üretim yapabiliyorlar. Bir zamanlar ütopya gibi görünen “duygusal yapay müzik” artık bir Spotify listesi kadar yakın. OpenAI’nin MuseNet projesi de zamanında ses getirmişti ama artık geliştirilmiyor. Yerine gelen modellerin kapasitesi ve doğallığı o kadar ileri seviyede ki, MuseNet bugünün standardı için epey mütevazı kalıyor. Pek, tüm bu gelişmeler, bize ne söylüyor? Yapay zekâ, sadece verilerle değil, duygularla da uğraşmaya başladı. Sanatın alanına adım atmıyor artık orada bir stüdyo kuruyor.
Şimdi gelelim OpenAI’nin o meşhur GPT serisine. İşte bu hâlâ, yapay zekâ teknolojisinin edebiyat ve sanat dünyasındaki yerini sarsıcı biçimde genişleten, kimilerine göre çığır açan bir adım olma vasfını koruyor. Özellikle de GPT-4, hatırlarsınız, birkaç yıl önce geniş veri kümeleriyle eğitilmişti ve doğal dil işleme alanında çarpıcı başarılara imza atmıştı. Şimdilerde ise onun daha da gelişmiş hâli olan GPT-4o çoktan sahneyi devraldı. Bu modellerin birbirinden ne farkı var? Hız, maliyet ve özellikle de çoklu modalite yani görsel, sesli ve yazılı verilerle aynı anda çalışabilme kabiliyeti sayesinde, GPT-4o yalnızca bir dil modeli değil, adeta dijital bir sanatçının taslak defteri. Edebiyat, şiir ve hikâye yazımı gibi klasik yaratıcı alanların yanı sıra film senaryoları, tiyatro metinleri, hatta resim ve müzik üretiminde de hayli başarılı örnekler sunuyor. Artık sadece o meşhur “rutin işler” değil, estetik ve ifade meseleleri de yapay zekâ alanının radarına çoktan girmiş durumda. Nitekim bugün geldiğimiz noktada, bu “yapay” sanat eserlerini üretirken kullanılan araçlar da epeyce çoğaldı. Google Deep Dream, StyleGAN ya da MuseNet gibi önceki nesil programların yanında şimdi DALL·E 3, Suno, Udio ve Sora gibi yeni nesil üretim modelleri de sahne aldı. Görüntü üretiminde gerçekliğin sınırlarını zorlayan DALL·E 3, müzikte şaşırtıcı armonik yapılar kurabilen Suno ve Udio, video üretiminde sinema tadı yakalamaya çalışan Sora…
Peki, tüm veriler bize ne gösteriyor? Mesele şu ki yapay zekâ artık sadece düşünmeye değil, düş kurmaya da aday. Ve bu, sadece bir teknolojik gelişme değil aynı zamanda estetik, etik ve kültürel anlamda da üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir kırılma anı. Bu programlar, çeşitli sanat dallarında yenilikçi ve etkileyiciymiş gibi görünen eserler üretebilirler belki, ama onlara yine de eleştirel bir gözle, biraz mesafeli yaklaşmakta fayda var. Bu teknolojilerin gerçekçi ve özgün görüntüler üretme yeteneğini bir an için tartışmayalım hadi. Ama ortaya çıkan eserlerin insan yaratıcılığının o tarifsiz dokunuşundan ve duygusal derinlikten ne kadar yoksun olduğu, bizim için tartışmasız bir gerçek. Kaldı ki, yapay zekâ tarafından üretilen bu “sanatın” etik ve fikrî mülkiyet konularında da yakın zamanda başımıza ne işler açacağını hep birlikte göreceğiz. Kısacası, yapay zekâ ile üretilen sanatın değeri ve etkisi değerlendirilirken hem teknik başarılara bakılmalı hem de -ki bizce bu çok daha önemli- insan deneyiminin getirdiği derinlik ve anlam açısından dikkatle eleştiri süzgecinden geçirilmeli.
Gelecek Nereye Gidiyor?
Yapay zekâ ve sanatın birlikteliği, bir kesim için bugün olduğu gibi gelecekte de önemli gelişmelere yol açacak gibi görünüyor. Hatta deniyor ki, sanatçılar ve profesyoneller için yeni fırsatlar sunması bir yana, daha önce hiç düşünülmemiş, akla hayale gelmeyecek sanat eserlerinin ortaya çıkmasına da olanak sağlayacakmış bu iş birliği. Ne güzel değil mi? Fakat bu birliktelik için çizilen onca olumlu senaryoya rağmen, sanatın temelinde, en derininde insan duygularının ve üreticiliğinin bulunduğu gerçeğini de unutmamak lâzım. Yapay zekânın, belli şartlar altında birtakım sanatsal eserlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olması başka bir şey, duygu ve üreticilik gibi insanî özellikleri ürettiği eserlere yansıtması bambaşka bir şey. İşin doğrusu biz bu noktada ikinci senaryonun olabileceğine pek ihtimal vermiyoruz. Hatta belki de yapay zekânın sanatsal üretimde bu denli yaygınlaşması, yakın gelecekte sanatçıların yerini alarak onların hem maddi hem de manevi kazanımlarını tehdit edecek bir etki oluşturacak. Ya da sanatçının sanatsal zenginliğini, derinliğini bitirecek, yok edecek! Kim bilir? İşte henüz cevabı netleşmemiş bu ve benzeri soruların varlığı, bizi ister istemez belirsiz ve şüpheli bir geleceğe sürüklüyor. Bu nedenle, yapay zekâ ile sanat arasındaki ilişkiyi yalnızca olumlu bir gelişme olarak görmektense, meseleyi daha eleştirel ve sorgulayıcı bir bakışla ele almanın daha faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Sonuç
Yapay zekâ ve sanatın birlikteliğini canla başla savunanlara göre, bugün de gelecekte de yapay zekâ ve insan ortaklığı sanatı bildiğimiz geleneksel formlardan ve sıkıcı anlayışlardan kurtaracak. Daha özgün, daha orijinal alanlara taşıyacak. İddia sahiplerinin hayali bu. Hatta insan ve teknoloji ilişkisine dair, yakın geleceğe yönelik bilimkurgu filmlerini aratmayan hayaller kuran ve çeşitli idealler ortaya koyan Transhümanizm ve Posthümanizm gibi akımlar, yapay zekâ ve sanat konusunda da çeşitli görüşler öne sürüyor. Teknolojik gelişmelerle desteklenmiş Yapay Zekâ ve Yapay Geliştirilmiş Zekâ ile sanatın üretim sürecini ve deneyimlenme şeklini baştan aşağı değiştireceğini, yepyeni kariyer fırsatları sunacağını iddia ediyorlar. Ancak, elimizdeki verilere baktığımızda, bizim açımızdan bu düşüncelerin ne kadar gerçekçi olup olmadığı konusunda ciddi, hem de çok ciddi şüpheler var. Yapay zekâ tabanlı sistemler, eninde sonunda belirli bir algoritmayı takip ederek bir şeyler üretiyorlar. Bu üretimle sınırlılar ve gerçek bir sanatçının o anlık ilhamını, birikimini, sanat eseri üretme yeteneğini ve özgünlüğünü asla yakalayamazlar. Ayrıca, yapay zekânın sanatın deneyimlenme şeklini dönüştüreceği iddiası da bize pek gerçekçi görünmüyor. Tamam, sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojileri belki sanat eserlerinin farklı bir şekilde deneyimlenmesine olanak tanıyabilir. Fakat bu teknolojilerin gerçek sanat deneyimine, o içsel yolculuğa sağlayacağı katkı konusunda zihnimizde ciddi soru işaretleri mevcut.
Son olarak, bir de yapay zekânın sanat eğitimi ve öğretiminde önemli dönüşümler yaşatacağı iddia ediliyor ki, bu iddiaların da epeyce abartılı olduğunu düşünüyoruz. Neden mi? Çünkü bir sanatçının inovatif yönünü geliştirmesi her şeyden önce bireysel çaba, kişisel deneyim ve derin içsel yolculukla yakından ilgilidir. Meseleye bu açıdan baktığımız zaman, bize sürekli telkin edilen “yapay zekâ tabanlı sistemler öğrencilere bireyselleştirilmiş eğitim materyalleri sunarak sanat öğrenim sürecini zenginleştirebilir” iddiası, meselenin ruhuna o kadar uzak ki, ister istemez şüpheyle yaklaşıyoruz. Sonuçta, yapay zekânın sanat dünyasına getireceği söylenen değişimler hakkındaki iyimser ve bazen de hayalperest düşüncelerin gerçekçi ve doğru olup olmadığı enine boyuna tartışılmalı. İşte bu nedenle, temel tezimizi bir kere daha tekrar ederek diyoruz ki: Yapay zekâ ve sanatın birlikteliği konusunda çok daha dikkatli, çok daha eleştirel bir yaklaşım benimsenmesi gerek. Kısacası, Transhümanizm ve Posthümanizm gibi akımların bize sunduğu o parlak yapay zekâ ve sanat entegrasyonu senaryoları, bize sorarsanız, gerçekliği pek de yansıtmayan, fazlasıyla hayalperest bir yaklaşımdan ibaret. Çünkü sanatın özünde, ta en derininde insanın eşsiz üretkenliği ve bir o kadar eşsiz duygusallığı bulunur. Sanat eserinin bu en doğal özelliğini ortadan kaldırırsanız, elinizde ne kalır? Yapay zekâ tarafından üretilen, sanatın asıl amacını ve paha biçilmez değerini kaybetmiş, sadece soğuk matematiksel algoritmaların birer ürünü haline gelmiş şeyler… Sonuçta, sanatın özgünlüğü ve hayranlık uyandıran üretkenliği, yapay zekâ tarafından üretilen eserlerde ister istemez yok edilir ve böylece sanat dünyasının temel değerleri ciddi biçimde zedelenir. Bunun da ötesinde, yapay zekâ tabanlı uygulamaların kişiye özel, “ısmarlama” sanat eserleri üretmek için kullanılacak olması da sanatın gerçek amacından fersah fersah uzaklaşmasına neden olur.
Sanat dediğiniz şey, sadece bireysel zevklere göre özelleştirilmiş, kişiye özel “ürünlerin” imalatı için kullanılamaz, kullanılmamalıdır. Sanatın asıl amacı, insanları bir araya getirerek onlara ortak bir deneyim yaşatmak, ortak bir duygu ikliminde buluşturmak değil midir? Yapay zekâ ile üretilen bu tür kişiselleştirilmiş eserler, korkarız ki insanların birbirleriyle olan bağlarını koparır ve sanatın birleştirici, ortak deneyimini yok eder. İşte tam bu noktada, sosyallikten çıkıp bireyselliğin en uç noktası olan tekilliğe doğru bir evrimden bile bahsedilebilir belki. Gerçi, Transhümanist felsefenin önde gelen isimlerinden Ray Kurzweil’in o meşhur “İnsanlık 2.0” isimli eserinde ortaya attığı “tekillik” idealini hatırlayınca, neden böylesine tekilleşebilecek bir sanat anlayışının gündeme getirilmek istendiğini daha iyi anlıyor ve bunu pek de manidar bulmuyor değiliz. Bütün bunlara ek olarak, rahatlıkla iddia edebiliriz ki, sanal ve artırılmış gerçeklik için kullanılan cafcaflı teknolojiler, insanın bir sanatçı olarak gerçek, otantik sanat deneyiminden giderek uzaklaşmasına neden olacak.
Eğer sanatın amacı insanları gerçek dünyanın karmaşasından koparıp sanal dünyanın büyülü ama sığ sularına çekmek, onlara yalıtılmış, tekil deneyimler yaşatmak ve Kurzweil’in de iddia ettiği gibi onları bir tür “tekilliğe” ulaştırmaksa, o zaman bu iddialar doğru kabul edilebilir. Ancak bizim anladığımız ve değer verdiğimiz şekliyle sanat, insanları bir araya getirerek ortak zihin, ortak şuur, ortak duyuş iklimi kurmaya imkân sağlayan bir köprüdür. İnsanları sanal dünyaya çekmek yerine, onları gerçek dünyada bir araya getirerek ortak bir deneyim yaşatmalı, yaşatabilmeli. Kısacası, yapay zekâ, insan ve sanat entegrasyonu etrafında kurulan bu hayaller, sanatı kendi özünden ve can damarından uzaklaştıracak gibi görünüyor. Bu da yakın geleceğin insanını, ruhuyla arasında derin uçurumlar bulunan, daha yalnız, daha sığ ve yüzeysel bir dünyaya sürükleyebilir. Belki de insan, sanal bir dünyanın soğuk ve parıltılı parmaklıkları ardında hapsolacaktır.
Davut Bayraklı

