İnsanların büyüklükleri, onları yazabilme, izah edebilme, anlatabilme oranıyla ters doğrultudadır. Ne kadar zorlanırsa yazarken insan, ne kadar itina ederse kelimelere, ne kadar korkarsa bir noktanın eksik kalacağından o kadar büyüktür karşıdaki insan. Çünkü onu, kendisinden ve eserlerinden başka hiçbir güç izah ve idrak edebilme kabiliyetine mazhar değildir. İnşa edilmiş öyle bir bina düşünün ki harcında mevcut olan bütün malzemeler ince bir titizlik, eşsiz bir işçilik ve muhteşem bir denge ile vücut bulmuş olsun. Ve bu harcı oluşturan malzemelerin oranlarındaki ufak bir değişim yahut eksiltme, o binayı eksik bırakarak, gerek estetik gerekse işlevsel bakımdan gören ve seyredenlerce zayıflamış gibi görünmesine sebep olur. Bir milyon ipin ucunun herhangi birinden tutup asıl olan hedefe ulaşmaya çalışmak… Bunun zorluğudur bu insanları yazmak…
On yedi yaşını geçmiş, bir fikre gark olup, bir davanın derdini çekmeye başlayan, içini bitip tükenmez bir içtimaî kaygının sardığı bir gencin sarıldığı ilk kitaplardan biridir “Bu Ülke”. İlk aldığında başını döndürür insanın, titretir ve kendine getirir. Yıllarca zehirlenmiş beyne bir panzehir zerk eder. Sonra kendine meftun eder hiç kopamaz insan, ne Bu Ülke’den ne de Cemil Meriç’ten.
Dünya ve ona ait her ne varsa (tarih, siyaset, sosyoloji, felsefe, edebiyat, dil, medeniyet, din, aşk…) dolu dolu, ruhundan vecd, beyninden fikir, gözlerinden ışık fışkırarak söyleyecek sözü olan Cemil Meriç ve onun gibi mütefekkirler, hakiki münevverler vardır ki onlar hakkında ne söylenirse söylensin, ne yazılırsa yazılsın, nasıl izah edilmeye çalışırsa çalışılsın mutlaka eksik kalacaktır. Kendisinden başka kimse layıkıyla anlayamamıştır onları, o kendisidir çünkü eserinin, ta kendisidir beyinin içinde dolaşan fikrinin, kendisi kadar hiç kimse o vecdi anlayamaz…
***
Gözlerini dünyaya açtığı vakit, maziden kopuşun ilk ve en büyük adımlarının atıldığı, keşmekeşin, işgalin, isyanın had safhasında olduğu vakitlerdi. Çürümeye başlamış bir ölünün etlerini yiyen leşçilerin, en acımasızca saldırdıkları, bir milleti yok etmeye yemin edip bunu da başarmak üzere oldukları dönemlerdi o demler. Fransızların işgal ettiği Hatay’da doğdu. Aynı değildi çevresiyle. Aynıydı belki yedikleri, içtikleri lakin düşündükleri aynı değildi ve okudukları ve yazdıkları çevresindekilerle. Belki de fikir adamı olmanın en büyük göstergesiydi bu farklılık.
Yaratılırken, mayasında mevcut olan vakar ve yalnızlık hissi onu kendi içine döndürdü, bebek denecek çağdan başlayarak kitaplara verdi kendini. Okudu, okudu, okudu… “Anlıyorum ki zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi reel dünyadan kitapların dünyasına sığınmak” diyerek ifade edecekti bu durumunu ileride Cemil Meriç. Gelecekte çok daha sağlam temellere dayanarak yaşayacağı münevver bir ruhun, parlak bir zekânın gözlerinin ışığı da daha çok küçük yaşta ileri derecede miyopla kapanmaya başlamıştı. Bu ışığın zamanı gelince tamamen söneceğinin farkındaydı ama okumaya, üretmeye, fikretmeye hiç durmaksızın devam ediyordu. Nitekim henüz on yedi yaşındayken, yaşıtları dünyadan bihaber, şuursuz bir ömrü tüketmeye mahkûm edilmiş gibi bohem yaşamlarına son sürat devam ederken o ilk yazısını bir gazetede yayınlamıştı bile. Fransız işgaline on yedi yaşın heyecanı, bilginin güveni, yalnızlığın vakarıyla birlikte karşı duruyordu. İlk ideolojik düşünceleri de bu dönemde şekillendi: Türkçülük! Öz kimliğini korumanın ve bilhassa savunmanın, savunmak için mücadele etmenin en zor olduğu dönemde ufak bir vehme dahi müsamaha göstermeksizin düşüncelerini yazıyordu. Bu ise onun ömrünün geri kalanında yaşayacağı büyük maddi sıkıntıların başlangıcı oluyordu. Yalnızlık ve açlık… “Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız ve aç kalmak. Köpeklerin bisküvilerle beslendiği dünyada aç bir aydın, aç bin aydın. Ama beni açlıktan fazla isyana sürükleyen tek oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık …” (Jurnal cilt 1, Syf.151)
Devrin şartlarının, açlığın, yalnızlığın ve ezilmişliğin Cemil Meriç gibi bir insan üzerindeki etkisi elbette ki bu mefhumlardan beslenen bir ideoloji olan “Marksizm” olacaktı. Bir kaçış ve kurtuluş olarak gördü Marksizm’i. Nazım Hikmet ve Kerim Sadi gibi isimlerle ünsiyet kurdu.
Fikrin ondaki tecessümü, namuslu olmaktı: “Fikir adamı için namus abeste direniş değil, hakikate teslimiyettir.”
İsmet Bozdağ’ın deyimiyle: “Fikirden fikre atlayarak değil, fikirden fikre ulaşarak, gerçek bir düşünce adamı olarak yaşadı ve öldü.” Göçmen bir ailenin çocuğu olarak doğduğunda yalnızlığa mahkûm oldu, o mahkûmiyette kendini ve kitaplarını seçti. 17 yaşın ateşi içindeki, yalnız karanlıkta yanında olan kitaplarından kazandığı derin birikiminin yansıması Fransız karşıtlığı dolayısıyla Türkçülük olarak zuhur edecekti. Ardından İstanbul… İstanbul ile birlikte açlık, sefalet ve ezginlik Ateizm ve Marksizm’i beraberinde getirdi ardından birbirini tamamlayan bir sürü “-izm”… Muhakeme yetisinin kuvvetlenmesi ve ideolojinin yapay dünyalarından sıyrılması sonuçta onu bu noktaya getirdi: “-İzm’ler idraklere giydirilmiş deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor: Hepsi de Avrupalı…” (Bu Ülke, Syf. 90)
Artık bu karanlık dünyada o da kendi karanlığı içinde kalmış, gözlerini kaybetmişti. Hiçbir zaman alışamadı belki, kabul edemedi görmemeyi lakin fikirden yani namustan asla vazgeçmedi. Okuttu ve yazdırdı başkalarına her daim…
Düşünce özgürlüğünü güzelliklerin başlangıcı olarak görüyordu: “Ben bir fikir adamıyım. Fikir adamı demek fikir için yaşayan demektir. Bu itibarla doğru veya yanlış her fikrin mutlak bir kâmil ve hürriyet içinde kendini ifade etmesi ülkemizin haysiyeti, vakarı ve şerefidir”(ŞAHİNER Necmeddin, Cemil Meriç ile Nur Sohbetleri, Syf. 13) Büyük düşünen, sürekli düşünen ve her daim müteyakkız olmaya mecbur, üretmeye memur bir insan olmak zor bir durum olsa gerek. Halil Cibran şöyle söylüyor: “Dünyada beşeri kanunları iki kişi çiğner; deli ve dâhi… Bu iki kişidir Tanrı’nın kalbine en yakın iki insan.” Cemil Meriç’i dahi olarak görmek abesle iştigal olmaz. O bir fikir dehasıydı, Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle “Bir Mabed İşçisi”.
Alışılagelmiş yorumları düz okuyup tersten kendi lehine çeviren kişiler değil midir büyük adamlar? Yobazlığın müspet manasını kim kabul edebilir bir dâhiden başka? “Yobazlık Şark’ın müdafaası. Yobaz, samimiyet, yobaz kendini bir nass’a hapseden idrak; bir nass’a yani sonsuza. Yobaza düşmanlık tarihe düşmanlık. Yobaz biziz, en güzel tarafımızla biz.” (Bu Ülke, Syf. 89)
Herkesin bayağı saflarla birbirine düştüğü zamanlarda safları ortadan ikiye kim ayırabilir? “Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman benimsemedim. Bunlar hakikati kapamaya yarayan uydurmaca mefhumlardır. Bilhassa sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı solcu ne demek?” , ”Gerici-ilerici… Düşünce hürriyeti bu iki mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu”(Bu Ülke, Syf.80)
Herkesin yek avaz bulunduğu yerden şikâyet ettiği zamanda kim haykırabilirdi ki bir cesurdan başka? “Her dudakta aynı rezil şikayet; yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye`nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır…” (Bu Ülke, Syf. 270)
Gerçek sanatkârın asıl gayesini kelimelerinin ezici kuvvetiyle kaç kişi anlatabilir ki? “Fildişi kule davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi” ( Bu Ülke, Syf. 276)
Yüzyıllarını Batı taklitçiliğine verip ruhunu yitirmiş olanların bilip de söylemekten imtina ettiği gerçekleri kim onların yüzüne vurabilir? “Batı zekâsının harabeler üzerinde kurduğu düzen ne kadar kaba, ne kadar yapmacık. Dörtte üçünü kirlettiğin köleleştirdiğin yakıp yıktığın bir dünyaya hükmetmek marifet mi?” (ŞAHİNER Necmeddin, Cemil Meriç ile Nur Sohbetleri, Syf.80) “Arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utanlardır. Zilletten kurtulmak için Sezarlaşılır. Taç, yüzkaralarını parıltılarla gizlediği için kutsal.” (Bu Ülke, Syf. 282)
Bağımsızlık uğruna kalemiyle verdiği mücadelede idamla yargılanırken tereddüte mahal bırakmadan, belki de tam özümsemediği görüşü namusu için kim haykırabilir ki? “ Mahkemede Marksist olduğumu haykırdığım zaman tek işçinin elini sıkmış değildim. Sadece namuslu olmak istiyordum. Korktuğu için sustu dedirtmemek.”
Bir kadına(Lâmia Hanım) âşık olduktan sonra o aşkı en uç noktasında yaşamak, Werther’e mi nasip oldu, Romeo’ya mı? “ Seninle öyle doluydum ki, kafatasım çatlayacaktı. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. Seni teneffüs ediyordum.” ( Jurnal cilt 1, Syf. 43) “ Seni bütün olarak istiyorum. Günahlarınla, mazinle, rüyalarınla istiyorum. O mazi olmasa bugün bu kadar benim olmazdın” ( Jurnal cilt 1, Syf. 45) “Aşk bir teslimiyettir, bir eriyiştir. Yeniden doğmak için uyanıştır. Aşkın bütün sırrı iki kelimede: varlığından soyunmak. Aşk için ya hep vardır ya hiç. Sen hep misin hiç misin?” (Jurnal cilt, Syf. 332)
Bir milletim büyüklüğü, yetiştirdiği mütefekkirlerin büyüklüğü ve onlara verdiği değer kadardır. Cemil Meriç ve onun gibi münevver mütefekkirlerin kemiyet olarak artması keyfiyette de milletin terakkisi için çok önemlidir. Böyle insanları bir kaç sayfayla anlatmanın, değil birkaç, binlerce sayfalık ansiklopedilerle anlatmanın imkânı yok. Anlatmanın en iyi yolu onlarla hem-dert ve hem-hâl olmaktan geçiyor.
(Yolcu Dergisi, 64. Sayı)