ferhat inan’ın demokrasi yazısına dair bir değini

edebifikir yazarlarından ferhat inan, anlaşılan bir seri yazıya başlamış. “espritüel konuşmalar 1: demokrasinin esprisi” başlıklı yazı, bu serinin ilk yazısı. netameli bir işe girişilip demokrasi ele alınmış. yazının başlığında/alınlığında “konuşmak” vurgusuna bakılırsa ferhat inan bir muhavereye, bir musahabeye girmek istiyor. edebifikir’in elektronik ortamda olması, ferhat inan’ın bu arzusuna cevap veriyor. yazının altında edebifikir’in diğer yazılarına gelen yorumların ortalama sayısı bakımından fevkinde yorum var. ben bu değiniyle hem ferhat’ın konuşma isteğine cevap vermiş olacağım hem de bir itirazda bulunmuş olacağım. aslında ben de yorum kısmına girmiştim, birkaç satır yazıp çekilecektim. fakat satırların uzamaya başladığını görünce ahmet mithat efendi – peyami safa – bilal can ile devam edegelen velûd yazarların refleksiyle hemen yeni bir sayfa açıp yazıya koyuldum. sayısını yazarın kendisinin dahi bilmediği kadar yazıyı yazmanın yolu bu olsa gerek. ustaların yoluna düştük, bakalım nasibimiz nedir?

luc ferry‘nin hıristiyanlık – demokrasi arasındaki kurduğu “hıristiyanlık, eşitlik fikrini getirdi” fikrini hafife almamak lâzım. ferhat inan yazısında “argümanı o kadar zayıf ki…” diyor. benim öyle geniş felsefe müktesebatım yok, luc ferry’nin dayanaklarını ve bu görüşün başka temsilcilerini bilmiyorum açıkçası. fakat ferhat inan’ın açıklamasından da epeyce şüphelendim, böyle kolayca yabana atılacak bir argüman gibi gelmedi bana. ilginç bir şekilde, luc ferry’nin argümanını iş bankası yayınları kitabı neşrederken bir dipnotla ilzâm etmiş! “yayınevinin notu” diye düşülen dipnotu kim girmiş, tercümeye böyle müdahale etmek ne kadar mantıklı? aslında bu durum, victor hugo‘yu dipnotta azarlayan, onu sigâya çeken ötüken neşriyât’ın editörü vak’asındaki gibi küçük bir skandal sayılmaz mı? kitabın editörü mü, mütercimi mi yapmış bu işi? bunları ferhat inan’ın yazısından anlamak mümkün değil.

yayınevinin luc ferry’e itiraz etmek üzere düştüğü dipnot şöyle: “Mademki Hıristiyanlık demokrasi için uygun şartları sağladı o halde Rusya neden demokratik değildir yahut da Hitler, Mussolini ve Franco Hıristiyan değil midir?” bu itiraz temelsiz, boş bir itiraz değil elbette. ilk başta çok haklı görünüyor. fakat bizim kafamızda, yani biz türklerin kafasında, hıristiyan kelimesini duyunca yekpâre bir küme tasavvuru oluşuveriyor. biraz “küfür tek millettir” anlayışından, biraz da ilgisizliğimizden ve bilgisizliğimizden… luc ferry’nin hıristiyan derken katolikliği kast etmiş olup olmayacağını merak ettim doğrusu. bence yayınevinden o notu her kim düşmüşse onun zihninde olduğundan daha belirgin, berrak bir katolik – ortodoks ayrımı luc ferry’nin zihninde vardır. hatta daha ileri gideyim, o hıristiyan kelimesini telaffuz edince hemen kafasında katolikliğe dair unsurlar uyanmaktadır. o bakımdan, iş bankası yayınlarından dipnotu düşen her kimse onun rusya’yı kolayca bu bağlama getirip oturtmasını yadırgamak lâzım. hatta bu arkadaşa karamozov kardeşler romanındaki “büyük engizisyoncu” bölümünü tekrar okutup romandaki zosima dede karakteri üzerine bir tahlil/tahrir ödevi vermeli!

yayınevinden notu düşen kimsenin itirazında hitler, mussolini ve franco da zikrediliyor, “bunlar hıristiyan değil mi?” deniyor. franco’yu bilmiyorum, öbür ikisi hıristiyan değil yani bir kiliseye bağlılık duymuyorlar. gene de “hıristiyan kültürü” içerisinde yetişmiş adamlar, o dünyayı teneffüs ederek temayüz etmişler. ama bunu yaparken de kafalarında kiliseyle bir kavga, bir zıtlaşma olduğu muhakkak. kaynağını gösteremeyeceğim, meraklısı bulur umarım, hitler’in kiliseyi hafife aldığına dair yorumlara itiraz ettiğini okumuştum. “hayır, hafife almıyorum, bilakis çok önemsiyorum. nasıl olmuş da kilise, bin yıl boyunca bu teşkilatı ayakta tutabilmiş?” minvalinde bir söz sarf etmiş. bu adamların kurdukları diktatörlüklerde kilise benzeri bir vaftiz-aforoz, kilise ayinlerine katılanlara yoklama yapma, engizisyon kurma işleyişi yok mu? tektipleştirerek, herkese aynı kıyafeti giydirerek bir eşitlik aramışlar gibi sanki. demek istediğim, bu eşitlik getirme işi her yeri etkilemiş olabilir, fakat demokratik veya despotik üslûplarla farklı tezahür etmiş olabilir.

peki, bu luc ferry’nin iddia ettiği eşitlik-hıristiyanlık bağı için bir delil var mı? onu ferhat inan’ın yazısında görmüyoruz. ferry ne düşünmüş olabilir? acaba hıristiyan itikadında yer alan “mesih, haça gerildiğinde hepimiz adına acı çekti, orada bağışlattı herkesi. o sevgidir, bizim için kendini feda etti, hepimiz günahsızız.” anlayışı mı etkili oldu? herkesi bağışlamış, herkesi günahsız kılmışsa demek ki herkes eşit! böyle bir düşünme, algılama zemini mi oluştu? olabilir, bilmiyorum. açıkçası bugün için öne almamız gereken bir mesele olmadığı kanaatindeyim. eğer konuşmaya devam edeceksek biz meselenin başka yönlerini konuşmalıyız.

ferhat inan’ın yazısındaki yorumlarda ismet özel atıfları bolca vardı. tacettin isimli yorumcu, ismet özel‘i dışarıda bırakarak yazarla bir muhaverede bulunmak istediğini de yazmış yoruma. mâdem yazarlarımızın, okurlarımızın muhaveresinde ismet özel ağırlıklı yer tutmuş, ben de onun bir yazısını hatırlatarak ilâvede bulunayım. cuma mektupları kitabının iki cilt hâlinde neşredilmiş yeni edisyonunun birinci cildinde, 569. sayfada “bir demokratlaşma önerisi olarak hilâfet” diye bir yazı var. bu yazı, peş peşe yazılmış hilafet yazılarından birisi. kitaptaki üç hilafet yazısının başlıkları şunlar:

  • teokratik bir devlet mi kuracağız?
  • halifesiz bir hilafetin zorlukları
  • bir demokratlaşma önerisi olarak hilâfet

ismet özel, bahsettiğim yazıda dünya sistemi tarafından ambalajlanmış bir demokrasiyi yekten reddetmenin veya olduğu gibi kabul etmenin mahsurlarından bahisle meseleyi hilafete getiriyor ve hilafet üzerinden bir demokrasi değerlendirmesine girişmeyi teklif ediyor. elbette bu teklifi ne zaman yaptığı mühim. cuma mektupları’nın eski edisyonundaki beş cildin toplandığı bu yeni birinci cilt, birinci körfez savaşından önce yani 1987-88 yıllarında başlayan yazılardan oluşmaktadır. yani ismet özel; soğuk savaş’ın bitmekte olduğu, turgut özal’ın cumhurbaşkanı olabilmesinin dünya sistemi tarafından türkiye’nin varlığına dair bir tasarrufta bulunulacağı intibaını şairde uyandırdığı, türkiye’de islâmcılığın hâlâ siyasî bir yön kazanamamasının sıkıntılarının hissedildiği yıllarda bu teklifte bulunmuştur. daha sonraki yıllarda ismet özel’in demokrasinin yapısına ve tezahürlerine dair çeşitli tenkitleri ve tespitleri de olmuştur. mesela türkiye için bakıldığında, türkiye cumhuriyeti’nin varlık kazanmasında demokratik bir temayül olmadığını, demokratik bir işleyişten güç alarak siyasî varlık kazanmadığımızı vurgular şair. bunu da birinci meclis’in yapısından hareketle söyler. ayrıca o dönemde, birinci meclis’te, bunun şuurunda olunduğunu da tbmm başkanının meclis kürsüsündeki bir ifadesini delil göstererek ispat eder. ismet özel, yakup kadri karaosmanoğlu’nun atatürk isimli kitabında okumuştur. yakup kadri, paşanın “biz ne demokratız ne bolşevik. biz, bize benzeriz” dediğini yazar. meclis zabıtlarında yakup kadri’nin bu hülasasından daha güzel, daha mufassal şu açıklamalar vardır (1 Aralık 1921):

“‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi zikredilen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular! Efendim bizim hükümetimiz demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, mahiyet-i ilmiyyesi itibariyle, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat hâkimiyet-i milliyyeyi, irade-i milliyyeyi yegâne tecelli ettiren bir hükümettir. Bu mahiyette bir hükümettir! İlmi, ictimaî noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lâzım gelirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilat- Esasiyye Kanunumuzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından idare olunduğunu, idare eden heyetin kuvvet ve salâhiyetini tasrih etmiştir. Şekil ve sureti tespit olunmuştur. Fakat meslek-i ictimaî itibariyle dahi düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklâlini kurtarmak için çalışan erbâb-ı say’ız, zavallı bir halkız! Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Binaenaleyh her birimizin hakkı vardır; salâhiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı iktisab ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını say’dan muarra geçirmek isteyen insanların bizim heyet-i ictimaiyyemiz içerisinde yeri yoktur; hakkı yoktur! (Alkışlar) O hâlde ifade ediniz Efendiler! Halkçılık, nizam-ı ictimaisini say’ına, hukukuna istinad ettirmek isteyen bir meslek-i ictimaidir.”

bilindiği gibi, sakarya meydan muharebesi’nden sonra işler değişmeye başlıyor. bu siyasî vetire içerisinde hilafetin tbmm’nin “şahs-ı mânevisinde mündemiç” hâle getirilmesi söz konusu oluyor. fakat ne halkın umursandığı ne de gâzi meclisin “şahs-ı manevisi”nin umursandığı yılların içerisinden geçti türkiye. neticede birinci dünya savaşı içinde ve sonrasında siyasî varlık kazanan ülkeler arasında sadece türkiye kalmış görünüyor. ferhat inan, yazısının başında ve sonunda türkiye cumhuriyeti’nin bir asrı tamamlamasına atıf yaparak demokrasiyi ele alma ihtiyacı duymuş. fakat türkiye’nin siyasî ve sosyal yapısından, tarihî gelişmelerinden hareketle pek fazla bir yorumda bulunmamış, sadece üç asırlık (muhtemelen batılılaşmayı kast ediyor) tecrübenin türkiye’de bir demokratik yapı inşa etmeye uygun olduğu hükmüyle tamamlamış yazısını. bence meselenin bu yönünü derinleştirmeli[1].

ismet özel, “bir demokratlaşma önerisi olarak hilâfet” yazısını yukarıda kısaca aktardığım siyasî şartlarda, yıllarda yazmıştı. bu değiniyi, o yazıdan bir iktibasla tamamlayayım:

“Eğer dünya sistemi tarafından ambalajlanmış demokrasiyi tamamen kabul etmek de, onu tamamen reddetmek de bir felaketi mûcib ise ne yapılabilir? Yapılacak şey demokrasiyi kabul etmek, ambalajı reddetmektir. Demokratik işleyişin kabulü suretiyle dünya sisteminin demokrasi savunması bahanesiyle bir milletin varolma şartlarını ezmeye yönelik saldırıları savuşturulur. Ambalajın bizatihi millet eliyle yapılması suretiyle de o milletin direniş imkânları pekiştirilir, atılım gücü harekete geçirilir. Ambalajını kendi eliyle yapan millet örneğini Almanya’da görüyoruz. Ein Volk hilft sich selbst. Bir millet kendine yardım eder. Daha güzel bir Türkçeyle: Bir millet başının çaresine bakar. Bu ilke 1871’den bu yana bir an bile terkedilmemiştir. Almanya iki savaş kaybetmiş ve her seferinde galiplerin şartlarını biçimsel olarak kabul etmiştir. Ancak, bu biçime muhteva kazandırmak Almanlara kalmıştır. Müslümanlar sözkonusu olduğunda hilâfetin kendi ambalajını kendi elleriyle yapma yolunu açabileceği düşüncesi hesaba katılmalıdır. Hilafet bir demokratlaşma önerisi olarak ortaya sürülebilir.”

 

mehmet raşit küçükkürtül

23 şaban 1444 çarşamba

15mart2023 – kahramanmaraş


[1] belki de d. mehmet doğan’ın “halk demokrasi istiyor mu?” kitabıyla yaşar kaplan’ın “demokrasi risalesi” kitapları hakkında birer eleştiri yazarak işe başlayabilir.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir