
Düşünce alanında “dünya” ile “arz” arasındaki fark çoğu zaman göz ardı edilir. Oysa bu iki kavramın ima ettiği yaşam biçimleri bütünüyle farklıdır. Bu fark, insan ve medeniyet tasavvurundan felsefeye, antropolojiden sosyolojiye kadar her alanın zeminini belirler. Eğer mesele böyle ifade edilecekse, söz konusu olan ayrım ontolojiktir; yani bilimler de dâhil olmak üzere bütün düşünce düzenini kökünden etkileyen bir farktır.
“Dünya”, bilindiği üzere bir yönüyle “dani” kökünden gelir ve “aşağıda” anlamını taşır. “Arz” ise “rd” kökünde yer alan “genişlik” manasına dayanır. Bu iki kelime arasındaki fark, etimolojilerinin de işaret ettiği üzere, insanın mekânla kurduğu ilişki ve yaşam tavrı bakımından ciddi bir ayrıma tekabül eder. Dolayısıyla bu ayrım üzerine düşünmek, hayatın alacağı temel karakterler bakımından büyük önem taşır.
Etimoloji, bize göre düşünceye yön vermesi bakımından hayati önem taşır. Son zamanlarda etimoloji hakkındaki cahiline biçimde olumsuz tutumları savunanların semiyotik veya anlambilim hakkında fikirleri olmadığı açıktır. Bir dilde kelimelerin anlamlarının doğuş yeri bilinmeden hiçbir somut düşünce biçimine girişilemez. Soyut ve havai tarzda kendi arzularıyla konuşmak isteyen günümüz modern bireyi için dilin köküne saygısızlık zaten bilinen bir husustur.
Daha önceki yazıda bahsettiğim “politika” ve “siyaset” arasındaki fark, bu sefer “dünya” ve “arz” arasındaki ayrımla devam edecektir. Politika “dünya”da oluşturulan, “siyaset” ise “arz”da takdim edilen bir yönetme tarzıdır. Aralarında rekabet olduğunu söyleyebiliriz ve bu rekabetin menzili sürekli değişir. Öncelikle bu yazıda “dünya”nın ana karakteri üzerinde duracağım, daha sonraki yazıda ise ise “arz” hakkında bir giriş önerisi sunacağım.
Daha önce belirttiğimiz üzere, politikanın günümüze uzanan serencamı seküler liberal-kapitalizme varmıştır. Hatta bu sistem, politikanın ulaştığı en üst mertebedir ve tam da bu nedenle dünyevilik, bu sistemde en yüksek noktasına erişmiştir. Seküler liberal-kapitalizm, tüm göstergeleriyle istisnasız biçimde dünyevidir. Modern dünya, büyük bir başarıyla dünyeviliği neredeyse her alanda en uç noktasına taşımıştır. Dünyeviliğin bu büyük çölü içinde, insan ruhunun susuzluğu da doğal olarak doruk noktasına ulaşmıştır. Bu bakımdan ahir zaman, hem her bakımdan büyük bir çölleşme hem de bu çölleşme içinde derin bir özlem olarak kendini gösterir. Bir yanda umutsuzluk, diğer yanda kurtuluş arzusu, her düşünen insanı bu sistemde bir karar anına getirir. Bu karar anı hem şedit hem de zorunludur.
Aslında ekonomi-politik açıdan bakıldığında, anlamın ve değerin çölleşmesi genellikle zaman üzerinden ele alınır. Oysa zamanın biçimi, mekânla kurulan ilişkiye göre de değişir, zamanla irtibattan önce, mekânla kurulan irtibatın kendisi daha görünür kalır. Mekânla irtibat öncelikle yeryüzünde bütün işleri belirleyen bir algı ve idrak meselesidir. İnsan için yerleştiği mekânla kurulan ilişkinin yaşamda kalma bakımından önceliği söz konusudur. Ama bu ilişkinin mutlak bir tek formu olduğunu söylemek hem tarihçiler hem de antropologlar için hatalı olur. İnsanlık farklı tarihlerde ve kültürlerde farklı yaşam formlarını tecrübe etmiştir.
Günümüzdeki seküler liberal-kapitalist dünya, bilindiği üzere modern felsefenin hemen ardından şekillenmiştir. Modern felsefede ise, ikilikçi Kartezyen anlayış çerçevesinde, dünya orada duran geometrik nesneler alanı olarak tanımlanmıştır. Bu anlamıyla dünya, zaten nesneler alanı olarak algılanmış ve her türlü kullanım ve tüketime açık, aşağı bir varlık olarak değerlendirilmiştir.
Hatta dünyanın aşağıda konumlanması, onu yönetmeye, kullanmaya, tüketmeye, araştırmaya ve tedarik etmeye hazır beşerî bir öznenin gözleri ve elleri altında olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Modern felsefeden kaynaklanan bu düşünce, kapitalist örgütlenme biçiminin tüm zeminini önceden hazırlamıştır. Bu nedenle modern felsefe ile seküler liberal kapitalizm özde birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Dünya, orada duran geometrik, dilsiz ve kimliksiz bir bütünlük olarak zaten her türlü kazanç ve tüketim için savaş alanıydı. Meta-fetişizminden önce, dünyanın bu Kartezyen kimliksizleştirilmesi üzerinden yalnızca kazanca ve tüketime dayalı fetişizm mevcuttu.
Politikanın bu fetişist karakteri, toprak savaşlarından başlayarak her türlü enerji ve kaynak üzerine uzanan çağdaş çatışmalara kadar genel bir kural haline gelmiştir. Modern kültür, en başından beri “dünya” olarak adlandırılan bu aşağı mekânda beşerin kıyasıya rekabeti ve savaşı karşısında hiçbir çözüm üretememiştir. Zaten çözüm üretme kapasitesine sahip değildir. Temelleri ve ilkeleri bakımından böyle bir yeteneğe sahip olması da mümkün değildir. Tam tersine, temelleri ve ilkeleri gereği, rekabet ve savaşın doğrudan kaynağıdır. Modern kültür, özünde mekânı işgal etme ve savaş kültürüdür.
Modern kültürde “dünya” denilen bu aşağı mekân algısı sanki doğalmış gibi anlaşılır. Dünya doğal olarak sanki hep “aynı” dünyadır. İşte ilk itirazımız bu gaflet dolu anlayışadır. İtirazdan sonra onu tamamen aşacak başka bir mekân anlayışını öne sürmemiz gerekecek. Artık ona “dünya” adını bilerek ve isteyerek vermeyeceğiz. Dünya hakkında asıl tartışılması gereken bu meseledir, yoksa onun yuvarlak mı, küre mi veya düz mü olduğu tartışması gülünçtür. İnsan zaten aşağı bir dünyada yaşıyorsa onun şeklinin temelden bir önemi yoktur, ne de olsa her seferinde hangi şekille olursa olsun beşerin bitmeyen arzusu ve şiddetiyle işgal edilmiş bu “dünya”dan başkası mıdır ki?
Şu artık bilinmelidir: Aşağı dünya, aşağı beşerin dünyasıdır. “Homo economicus” olan günümüz beşerinin dünyası, monoton bir zalimliğin dünyasıdır. Kendi batışına bakmaktan başka bir şey yapamaz. Ve bu batış süreci, apaçık ortada değil mi? Dünya denilen bu aşağı mekân, bir kere kendi mahvına göz dikmiştir, içindeki hiçbir “politika” onu bundan vazgeçirememiş, vazgeçiremez.
Beşerin modern dünyada temelden kaynaklanan egoizmi her alanda kendini gösteriyorsa, bunu önce mekânla kurduğu ilişkide aramak makul bir yaklaşımdır. Şehirlerin devasa ve kaba modern mimarisi, doğaya canavarca saldıran her türlü endüstri ve gelecek nesillerin geçim kaynaklarını gasp eden vurdumduymazlık… İşte tüm bunlar, modern “dünya”nın eseridir.
Dr. Ali Sait Sadıkoğlu

