İnsan Kalmanın Vazgeçilmez Bedeli: Durmak

“Teennî (sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan,
acele (hız) ise Şeytan’dandır.” (Tirmizî)

Modernitenin büyüsüne kapılan insan, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar özgür olduğunu düşünüyor. Büyük bir yanılsama olan bu iddia bize göre, hız denilen yeni ve şeytanî bir düşüncenin tapınağında icra edilen, bir nevi biçim değiştirmiş modern esaretten başka bir şey değil. 2023 yılında hayatını kaybeden Fransız yazar Milan Kundera “Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır.” ikazıyla aslında bu trajedinin perdesini bir bakıma bizim için aralamıştı. Bu trajedinin en somut delilini görmek için uzağa gitmeye gerek yok: Bazen bir yerlere yetişmek için sokağa çıktığımızda hızlı adımlarla yürürken vitrinlerde gördüğümüz kendi yansımamıza bakıp şaşırırız. Çoğu zaman yüzümüzde neden acele ettiğimize dair ne bir sebep ne de gideceğimiz yerde bizi bekleyen bir huzur görürüz. Böylesi anlarda elimizde kalan tek şeyin sadece koşmak olduğunu fark ederiz. İşte o an, Kundera’nın bahsettiği o “unutmanın” ne zaman başladığını anlarız.

Yaşadığımız bu ruh halinin ve tanık olduğumuz bu unutuşun kökenindeki kavgayı tahlil etmeliyiz: Bir yanda ilerleme ve verimlilik maskesi altında modern zamanlarda ruhumuzu tüketen “hız putu”, diğer yanda ona karşı bir mefkûre, ahlâkî bir mecburiyet ve kadim bir bilgelik olarak gördüğümüz “durma” eylemi. Bu yeni tiranlığın nasıl bir yabancılaşma ve tükenmişlik ürettiğini teşhis edebilirsek eğer, işte o zaman ona karşı durabilmenin nasıl bir şuur, ahlâkî direniş ve medeniyet panzehiri olduğunu da gösterebiliriz. Zira hızın dayattığı bu kör akışta üzerine bastığımız zemini, kişisel ve toplumsal hafızamızı, manevi derinliğimizi ve en önemlisi de insanî özümüzü kaybetmek üzereyiz. Böyle büyük bir tehlike karşısında teklif edeceğimiz durmak eylemi ise varoluşla yeniden bağ kurmamızın ilk ve belki de en zor adımı olacak.

Hız İktidarı

Klasik bir başlangıç yaparak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki modernite kendisine yeni bir put olarak “hızı” belirledi. O, artık teknik bir kolaylığın ötesine taşınarak sorgulanamaz inanca, bir “metafizik” değere dönüştürüldü. Zihnî olarak biraz geriye dönüp baktığımızda sanayi devriminden bugüne yani dijital çağa uzanan bu put, hayatın her alanına ve her anına sızmaya ve nüfuz etmeye başladı. Bu noktada yeni bir din gibi karşımıza dikilen hız, biz insanlara neler vaaz ediyor? Daha da önemlisi bu sahte dinin kurbanı kimlerdir?

Hız tiranlığının mimarisini görebildiğimiz kadarıyla “hız iktidarı” (dromokrasi) kavramıyla en iyi çizen isim, Fransız filozof Paul Virilio’dur. En öz şekilde söyleyecek olursak Virilio’ya göre artık güç, toprağa ya da sermayeye değil en hızlı hareket edene aittir. İlk anda itiraz edebileceğimiz bu durumu anlamak için dışımızdaki dünyaya değil, yalnızca elimizde tuttuğumuz bir cep telefonu ekranına bakmamız yeterli olacaktır sanırım. Kim daha hızlı paylaşım yaparsa, kim daha çok görünürse, artık o var sayılıyor. Sonuç olarak da hız, artık bir araç olmaktan çıkıyor ve bir varoluş ölçüsüne dönüşüyor. Hız iktidarının toplumsal zemini ise filozof Zygmunt Bauman’ın meşhur “Akışkan Modernite” tanımıdır. 2000 yılında “Liquid Modernity” adıyla yayımlanan eserinde Bauman, katı olan her şeyin buharlaştığını ve kalıcı iş, köklü kimlik, vefa gibi değerlerin bu akışkan zeminde eridiğini söyler. Paul Virilio, bu meselenin mekânsal yönüne, yani hızın mekânı nasıl yuttuğuna odaklanır. Bauman ise kimliklerin bu akışkanlık içinde nasıl çözündüğünü gösterir. Hartmut Rosa, bu çözülmenin zaman boyutunu derinleştirirken Byung-Chul Han ise hızın ahlâkî ve psikolojik tahribatını teşhir eder. Böylece modern çağın içinde yaşayan ismini saydığımız tüm bu düşünürlerin, hızın yalnızca teknolojik değil aynı zamanda ruhsal bir kriz olduğunu farklı cephelerden dile getirdiklerini anlıyoruz. İşte bu krizin en somut tezahürü, Bauman’a göre, tek bir şeydir: Korku. İyi ama bu neyin korkusudur derseniz hemen cevaplayalım: Geride kalma korkusu.

Alman sosyolog ve siyaset bilimcisi Hartmut Rosa’nın “dinamik istikrar” (dynamic stabilization) dediği modern paradoks tam olarak budur. İnsan artık ilerlemek için değil sırf düşmemek ve boğulmamak için daha hızlı olmak, daha hızlı koşmak zorunda. Normal şartlarda hayatımızı kolaylaştırması ve bize fazla boş zaman/alan açması gereken teknoloji, zamanı genişlet(e)mediği gibi aksine onu sıkıştırıyor. Sonuç olarak da yaşadığımız hayat, yetiştirilmesi gereken işler listesine indirgeniyor. Burada bahsettiğimiz sürecin son aşaması ise baskının geçmişte dışardan gelmesine karşın bugün içerden yani “kendi içimizden” olmasıdır. Bu gerçeği filozof ve kültür eleştirmeni Byung-Chul Han’ın “yorgunluk toplumu” teşhisinde görüyoruz. Şöyle ki, bir an için durup düşünelim: Eskiden bir patron, bir gardiyan, bir yönetici ya da toplumsal kurallar bize devamlı belli konularda bir şeyler yapamayacağımızı, yapmamamız gerektiğini, buna bağlı olarak da durmamız gerektiğini söylüyordu. Bu noktada baskının dışarıdan geldiği açık ve netti.

Peki, şimdi nasıl? Şimdi bize “Yapmamalısın!” ya da “dur” diyen bir yönetici veya efendi yok. İçinde yaşadığımız bu modern toplum artık bize daha fazlasını yapabileceğimizi, potansiyelimizin daha fazla olduğunu ve onu bulmamızı söylüyor. Burada sorun ne diyebiliriz. Ancak dikkatle bakarsak görürüz ki bizler kendimize “Daha fazlasını yapabilirsin!” fısıltısıyla aslında daha tehlikeli bir baskı yaparak bir çeşit “içsel kölelik” oluşturuyoruz. Bir nevi kendi kendimizin efendisi, kendi kendimizin sömürgecisi hatta celladı oluyoruz. Akşamları elinden telefonu düşürmeyen bizler, günün sonunda hiçbir şey başaramadığımız düşüncesiyle yatağımıza giriyoruz. Çünkü bu içsel kölelik, bir işin bitmesi ya da bitmemesinden değil, hiç dur(a)mamaktan doğuyor. Sonuç olarak da bu durum bize “tükenmişlik”, “kaygı” ve “depresyon salgını” olarak geri dönüyor. Kısacası artık dışarıda bir düşmanımız yok ve biz bu yorgunluk toplumunda kendi içimizde kendimizle savaşıyoruz.

Buraya kadar aslında bir çeşit zihinsel çöküşten bahsetmeye çalıştık. Öyleyse bu çöküşü tamamlayan son halkaya da değinmeliyiz. Tam bu noktada Alman felsefeci T. Adorno ve toplumbilimci Max Horkheimer’ın “Kültür Endüstrisi” eleştirisine bakmamız gerekiyor. Zira onlar bu eleştirilerinde, modern popüler kültürün masum bir sanat veya eğlence olmadığını, aksine kâr amacıyla seri üretilen ticari bir meta olduğunu savunuyorlar. Bu endüstriyel yapı, içerikleri kasıtlı bir standardizasyona (hep birbirine benzerliğe) tâbi tutar. Bu ürünlerin temel işlevi, kitleleri zorlu gerçeklikler üzerine düşünmekten alıkoyarak onları pasifleştirmek ve sürekli yeni sahte ihtiyaçlar oluşturarak tüketimi körüklemektir. Nihayetinde kültür endüstrisi bir eğlence aracı olmanın ötesinde, kitleleri oyalayarak mevcut ekonomik sistemin devamlılığını sağlayan ideolojik bir kontrol mekanizmasıdır. İşte bu endüstrinin ürettiği hızla tüketilen, düşünme zahmeti gerektirmeyen içerikler, bizi eleştirel tecessüsten alıkoyar ve edilgen tüketicilere dönüştürür. Bu tablo, modern hız kültürünün, ruhu ve aklı tüketen, bağları çürüten ve hayatı anlamsızlaştıran bir tiranlık olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterir.

Felsefesi ve Ahlâkî Direniş

Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız hızın ezici saltanatına karşı durmak, bir eylem olarak ortaya konabilir. Maksadımız/arzumuz eleştirdiğimiz hız putunun karşısına düşünce temeli olmayan pasif bir tembelliği koymak değil. Bilakis bizim teklif ettiğimiz -bilinçli olarak- durmak eylemi ataletin tam zıddı, bir yönüyle en bilinçli felsefî eylem, en köklü ahlâkî duruştur. Bu duruş, hızın insanı körleştiren gürültüsünden sıyrılabilmenin ve hakikati duyabilmenin yegâne ön koşuludur. Kadim geleneğimizden biliyoruz ki gerçek anlamda tefekkür, gürültü içinde ve koşturmacada ortaya çıkmaz. Gerçek tefekkür, sükûnet ve mesafe ister. Filozof Hannah Arendt, bahsettiğimiz bu hakikati en keskin şekilde ortaya koyar ve bize sanki “İnsan, ancak gündelik eylem akışından (vita activa) bilinçli bir adım geri çekildiğinde gerçekten düşünebilir.” der.

Arendt’e göre modern meşguliyetin en büyük tehlikesi, bizi durmaksızın oyalayarak düşünme yetimizden ve buna bağlı ahlâkî sorumluluktan koparmasıdır. Bu yoksunluğun nereye varabileceğini, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla açıkladığı Adolf Eichmann örneğinde görürüz. Holokost’un baş lojistik mimarlarından olan bu üst düzey Nazi subayı, savaştan sonra Arjantin’e kaçmış, ancak 1960’ta MOSSAD tarafından yakalanarak Kudüs’te yargılanmıştır. Arendt’e göre, Eichmann’ın korkunçluğu, milyonlarca insanın ölümüne aracılık ederken bir an bile durup düşünmemesinde gizlidir. Bu yüzden durmak, zulmün dişlisi olmamak için en temel ahlâkî sorumluluktur.

Filozof Martin Heidegger de Hannah Arendt gibi bahsettiğimiz bu büyük tehlikeye dikkat çeker. Bu tehlike, günümüzün “her şeyi teknolojiyle ve verimlilikle ölçen” modern kafasıdır. Bu kafa, sürekli hesap kitap yaparak çalışır ve her şeye “Bu benim ne işime yarar?” diye bakar. Her anı planlamaya çalışır ve “boş boş durmayı” zaman kaybı, yani “verimsizlik” olarak görür.

Oysa insanın makineleşmemesi için ihtiyaç duyduğu şey, meditative thinking kavramıyla ifade edilmeye çalışılan tefekküre dayalı düşünme ya da derin düşünmedir. Yani varlıkla sabırlı ve dingin bir bağ kurma cesareti. Bu derin düşünme tavrını Heidegger, Gelassenheit kavramıyla bir adım daha ileri taşır. Onun “Gelassenheit” yani tevekkül içinde bırakış dediği tutum, teknolojinin ritmine teslim olmadan, içsel bir sükûneti koruyabilmektir. Pascal’ın asırlar önceki “İnsanın bir odada sakin sakin oturamaması, insanlığın bütün problemlerinin kaynağıdır.” uyarısını hatırladığımızda, durmanın insan kalmanın vazgeçilmez bir bedeli olduğu sonucuna varırız. Belki de insanın yeniden kendine ve kalbine dönebilmesi için hiçbir yere gitmemesi gerekir. Sadece bir sandalye, bir pencere ve biraz sessizlik…

Kontrolü Makineden Geri Almak

Sivil İtaatsizlik” fikrinin öncüsü Henry David Thoreau, Walden kitabına ilham olan o meşhur göl kenarındaki inzivasıyla, endüstriyel dünyanın kör telaşına karşı bilinçli yaşamak için atılmış felsefî bir protesto sergilemişti. Bu eylemi bize, yukarıda bahsettiğimiz o “sandalye ve pencere sessizliğinin” (tefekkürün) aslında ne anlama geldiğini de gösterir. O zaman durmak, sadece kalbî ya da derunî bir yolculuk olmaz. Bunun da ötesine geçerek modernitenin girdabında savrulan ve hız kültürünün dayattığı köleliğe kapılan insanın somut bir direnişi olur. Thoreau’nun eylemiyle tek başına yaktığı kıvılcım, bugün “Slow Movement” (Yavaş Hareketi) adıyla, cılız da olsa küresel bir yankı bulmuş durumdadır. Bu hareket, aslında hayatın farklı alanlarında ortaya çıkan yozlaşmaya da itiraz eder. Örneğin “Yavaş Yemek” (Slow Food) denilen şey, özünde sadece basit bir beslenme trendi değildir. Bu aynı zamanda, lokmayı bir “yakıt” olarak gören, insanı yaratıldığı topraktan, onun kemale ermesine vesile olacak sohbetten ve içinde yaşadığı ândan koparan endüstriyel fast-food kültürüne bir reddiyedir. Sonuç olarak yavaş yemek ile amaçlanan şey insana, yediği nimetin hakkını vermek, lezzeti ve paylaşmayı yeniden hatırlatmaktır.

Fast-food itirazında olduğu gibi benzer bir itirazı mekân yapılanmasında da görürüz: “Yavaş Şehir” (Cittaslow). Bu, yürürken göğü kaybettiğimiz kentlerin, şehirlerin insanı ezen beton gürültüsüne ve kâr odaklı temposuna karşı bir itirazdır. Buradaki ana amaç da insanın yaşam kalitesini hem hafızası olan bir kenti hem de yerelliği ve insanî bir sükûneti arama çabasıdır. Zira mesele, modernite ile içinde ezilip kaldığımız, yürürken gökyüzünü göremediğimiz ve hafızası silinmiş şehirlerde pasifçe dolaşan insanlar olmak yerine, yaşadığımız, nefes alabildiğimiz bir mekânı doğal bir hak olarak geri talep etmektir. Sanatta ise bu arayış, Yavaş Sinema estetiğinde karşımıza çıkıyor. Solaris, Stalker (İz Sürücü) ve Kurban gibi başyapıtlarıyla sinema tarihine damga vuran Andrey Tarkovsky gibi ustaların öncülük ettiği bu tavır, saniyede onlarca görüntüyle beynimizi uyuşturan ve dikkatimizi parçalayan modern kurgu hızına meydan okumadır. Tarkovsky’nin Yavaş Sinema anlayışı izleyiciden sabır, dikkat ve tefekkür talep eder çünkü onun amacı bizi eğlendirmek değil, bize hakikati göstermektir.

Aslında tüm bu çabaları (yemek, şehir, sinema) tek bir felsefede özetleyen bir kavram var: “Tempo Giusto” yani “doğru tempo”. Bu felsefeyi, Yavaş Hareket üzerine yazdığı Yavaşa Övgü (In Praise of Slowness) adlı kitabıyla küresel gündeme taşıyan isim ise Kanadalı gazeteci Carl Honoré’dir. Honoré’nin bu kavramla ifade ettiği -ve bizim burada izah etmeye çalıştığımız- şey her eylemi kendi tabiatına uygun ritimde yapmaktır. Buradaki esas mesele, hayatın temposu üzerindeki kontrolü, eleştirdiğimiz o hız makinesinin elinden geri almak ve insana vermektir.

Sükûnetin Medeniyeti ve Kadim Bilgelik

İnsan ruhunu bir mengenede sıkan bu modernitenin hız dayatması karşısında aradığımız ve özlediğimiz sükûnet, aslında tarihsel hafızamızda var olan ama bugün için kaybettiğimiz kadim bir bilgidir. Hızın, hazın ve anlık başarının putlaştırıldığı günümüzün aksine, İslâm medeniyeti ve tasavvuf geleneği sabrı, tefekkürü ve dinginliği yüksek bir erdem olarak kabul eder. Tasavvuf geleneğimizin oluşturduğu binlerce yıllık kültür, Batı medeniyetinden ve dünyasından farklı olarak insanı merkeze koyar. Sonra da ritmi, mekânı ve sanatı; merkezine koyduğu bu insan üzerinden yeniden inşâ ederek onu hıza değil sükûnete davet edecek şekilde tasarlar. Bahsettiğimiz bu nokta özellikle Osmanlı medeniyetinde billurlaşarak çok daha görünür kılınır. İnsanın durmaya, sükûnete davet edildiği bu medeniyet anlayışı içinde inşâ ettiğimiz şehirler koşmaz aksine kendi yatağına yabancılaşmamış bir nehir gibi akar. Yine bu medeniyetin inşâ ettiği binalar da Batı dünyasındaki gibi bağırmaz, fısıldar. Geleneksel şehir dokusu, göğe yükselen bu arada da insanı ezerek ona efendisi olduğunu haykıran ruhsuz beton yığınlarının aksine, onu çökertmez. Bunun yerine kâinatın özü olarak gördüğü ve merkezine koyduğu insanı alır ve bir cami avlusunun serinliğine veya bir şadırvanın su sesine götürüp bırakır, ki durup nefes alsın, dinlensin ve tefekkür etsin.

Bu mekânsal düzen, estetik bir tercih olmanın ötesinde, doğrudan doğruya kulluğun ve tefekkürün taşıyıcısıdır. Mekân ve ibadet burada birbirini besleyen iki unsur hâline gelir: Mimarinin sahip olduğu sükûnet, ibadetin iç sükûnetini hazırlar. İbadet ise o mekânı kutsiyetle yoğurur. Böylece şehir hem ruhun hem bedenin eşzamanlı huzuruna hizmet eden bütünlüğe kavuşur. Bahsettiğimiz bu davet hem mekâna hem de zamanın ritmine işlenir. İslâm düşüncesindeki “sabır” ve “tevekkül” pasif bir bekleyiş olmayıp bilinçli ve iradeli bir duruştur. Hız üzerine kurgulanmış modern hayatın kesintisiz koşturmacasının aksine, günde beş vakit okunan ezan ve kılınan beş vakit namaz aslında dünyaya yerleştirilmiş ilahî bir durma disiplinidir. Bu, bir anlamda geçici meşgalelerden oluşan dünya hayatından ve onun içindeki her şeyden kısa bir süreliğine de olsa sıyrılıp kalıcı olana, yani Hakk’a, yaratıcıya dönme davetidir. Nihayet bu durma disiplini ve sükûnet arayışı, İslâm medeniyetiyle ortaya çıkan hat, tezhip ve ebru gibi sanatlarımızda billurlaşır. Bu sanatlar “yavaş olgunlaşma” estetiğinin zirvesidir. Bir hattatın tek bir harf üzerinde haftalarca, bazen aylarca çalışması, “hemen şimdi” diyen modern zihne karşı verilmiş en köklü sabır dersi ve en estetik reddiyedir.

Tercihten Zorunluluğa

Bizim medeniyetimizin sükûnet olarak sunduğu bu kadim mirası, bugün Batı dünyasının kayıp bir hazine gibi aradığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak anda kalmaya odaklanan Mindfulness (Bilinçli Farkındalık) veya teknolojiden bilinçli bir geri çekilme çabası olan dijital minimalizm gibi popüler kültürün ürettiği arayışlar, dijital gürültüye karşı zihinsel bir sığınak sunuyor gibi görünse de gerçek anlamda meselenin ruhundan yoksundur. Çünkü bu çabalar, sükûneti yaratıcıdan koparıyor ve onu seküler bir “zihin yönetimi” tekniğine indirgiyor.

Oysa bugün “durmak” eyleminin kendisi, kişisel bir arınma çabasından öte, sistemin bizzat kendisine yönelik şuurlu bir meydan okumadır. Bu eylemin toplumsal düzenin kendisini ilgilendiren bir anlama bürünmesinin sebebi de tam olarak budur. Çünkü adına “modern düzen” dediğimiz hız makinesi, varlığını sürdürebilmek için bizim bu çarkın içinde aralıksız dönmemize muhtaç. Sistem, bizim devamlı üretim tüketim bandı üzerinde gidip gelen ve bu koşturmaca içinde gaflete düşen yani ne yaptığını düşünmeyen insanlar olmamızı talep eder. İşte bu yüzden, makinenin bir dişlisi olmayı reddederek bilinçli bir şekilde “geri çekilmek”, düzenin bu gaflet üreten akışını kesintiye uğratan en köklü itiraz biçimidir. Nihayetinde modern insanın doymak bilmez hırsıyla sebep olduğu bu talan kültürü, yavaşlamanın artık felsefî bir tercih değil, hayatî bir zorunluluk olduğunu yüzümüze çarpıyor. Gezegeni ve insan ruhunu aynı anda yıkan bu sürekli üretim ve tüketim bandı sarmalı, ancak bu “hız makinesi” durdurulursa son bulacaktır.

Davut Bayraklı

 

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir