Esasen Türkiye’de değme demokrasileri kıskandıracak bir siyasi kültüre sahibiz. Bu kültür “katılma”dır. Yani seçmenler siyasete duyarlı, bir partiye üye olma, oy verme gibi siyasi hareketlere heveslidir. Daha yalın bir ifadeyle Türkiye’de siyaset hava gibidir. Girmedik baca bırakmamıştır. Fakat ilginçtir ki, siyasete yüksek ilgiye rağmen demokrasiye karşı -şahsi tecrübem bu yönde- bir lakaytlık, bir hafiften alma tavrı hayli yaygındır.
En sık duyduğum eleştiri demokrasinin bize yaramadığı, ülkemize uygun bir sistem olmadığı şeklindeydi. Fakat bu tür tereddütlerin üzerine gittiğimde ya alternatif bir düşünceye rastlamadım ya da ciddiye bile alınmayacak tekliflere maruz kaldım.
Bir nebze olsun ön yargıları kırmayı hedeflemekteyim. İşe demokrasiye tanımlamak ve demokrasi ile çoğu zaman ilişkilendirilen başka mefhumları ondan tecrit/tefrik ederek başlamak istiyorum. Demokrasinin tanımı yapılırken üç farklı temelden bahsetmek mümkün; 1) yönetimin otoritesinin kaynakları 2) yönetimin hizmet ettiği amaçlar 3) yönetimin kuruluşundaki usuller. Ancak 1 ve 2 numaraları temel alan bir tanımlama oldukça muğlaktır.
Ülkemizde “Medeniyetler Çatışması” teziyle tanınan Samuel P. Huntıngton’ın “Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma” kitabında aktardığı Schumpeter’in usûlî tanımı (üç numara) oldukça berraktır: “Demokratik yöntem, siyasal kararlara varılması için öyle bir kurumsal düzenlemedir ki, burada bireyler karar verme iktidarını, halkın oyları için yarışmacı bir mücadele yoluyla elde ederler.” Tanımdan kolaylıkla anlaşılacağı üzere demokrasi sırf bir yönetim şeklidir. Bu yönetimde yönetenler belirli aralıklarla yapılan ve dürüst, güvenilir seçimler yoluyla iktidarı elde ederler. Schumpeterci tanımı kasten tercih ettim. Algımızı daha da vuzuha kavuşturmak için demokrasinin çağrıştırdığı bazı kavramlar ile de arasına mesafe koymak gerekiyor.
Birinci çağrışımı Liberalizm. Demokrasi ve liberalizm yaygın şekilde ahbap çavuş olarak tahayyül edilmektedir. Ancak hem düşünce tarihi hem de siyasi tarih bunun, böyle olmadığını söyler. Zira liberal düşüncenin bir dönem en ürktüğü şeylerden biri siyasi yurttaşlığın, mülksüzlere de teşmiliydi. Çünkü mülksüzlerin bağımsız karar alamayacağını bu halleriyle de piyasa ekonomisini tehdit edecekleri kanaatindeydiler. Liberaller anahtar kavramları “birey” veçhesinden de tedirgindiler: “Benjamin Constant (1767-1830), “Birey açısından bakıldığında, tek bir despot tarafından mı yoksa toplumun bütün üyeleri tarafından mı baskı altında tutulduğunun fazla bir fark yaratmayacağını söylediğinde, genel bir kaygıyı dile getirmekteydi. Ona göre, ikincisi daha bile kötüydü çünkü despotu öldürmekle despotizmden kurtulabilirdiniz, ama geniş bir çoğunluktan kurtulmanız mümkün değildi”[1] Sorunu tek kelimeyle ifade edersek Liberaller çoğunluk diktasından endişeleniyorlardı. Demek ki demokrasi ve liberalizm geçmişte hep birlikte var olagelmiş değildir.
Demokrasinin ve liberalizmin etle tırnak gibi olmadığını ispat eden bir başka delil ise 1973’te Şili’de meydana gelen olaylarla ilgiliydi. Askeri bir darbe ile iktidarı ele geçiren General Pinochet on yedi yıl boyunca Şili’yi yönetti. İktidarında “Şikago Çocukları”nın tavsiyeleri doğrultusunda aşırı liberal bir ekonomiyi hayata geçirdi.[2] Ancak ne kendisinin iktidara gelişi ne de iktidarda kaldığı süre boyunca yaptıkları demokratikti.
Bir diğer iltisaklı kavramsa Hıristiyanlık. Demokrasinin Batı menşeli olmasından dolayı haliyle kavramdaki bariz damga da Batı kültürü. Bu durum bazen Hristiyanlık ve demokrasi arasında sıkı bir rabıta iddiası ile de ortaya çıkabiliyor. Şahsen ben bu minvalde bir iddiayı en son Fransız felsefeci ve sabık milli eğitim bakan Luc Ferry’de okudum. Bu iddiaya göre Hıristiyanlık “eşitlik” fikrini Batı medeniyetine aşılamıştır. Eşit ahlaki değere sahip insanlardan oluşan Batı’da bu haliyle demokrasi için elverir şartlar kurulmuştur. “Kaldı ki, Hıristiyanlığı tecrübe etmeyen medeniyetlerin, demokratik rejimler doğurmak konusunda karşılaştıkları büyük sıkıntılara bugün bile şahit oluyoruz; bu sıkıntılar esasen, eşitlik fikrinin bu medeniyetler için hiç de apaçık bir gerçek olmayışıyla ilgilidir.”[3]
Konunun bu boyutu en çok da bazı ideoloji veya toplumsal nizamlardan, sırf Batı menşeli olmalarından dolayı imtinâ edenleri alâkadar ediyor. Fakat Luc Ferry’nin argümanı o kadar zayıf ki kitabına yayınevinin düştüğü tek bir not dahi yeterli olmuş: Mademki Hıristiyanlık demokrasi için uygun şartları sağladı o halde Rusya neden demokratik değildir yahut da Hitler, Mussolini ve Franco Hıristiyan değil midir?
Ancak iş burada bitmiyor. Zira demokrasinin Batılı kökenleri sadece Hıristiyanlıkla olan münasebetinden ibaret değil. İnsan aklına duyulan güvene (rasyonellik) ilişkin de bir felsefi kökeni var. Ancak demokrasinin felsefi kabulleri ne olursa olsun ben yalnızca siyasi iktidarın seçim ile gelmesi boyutunu mühimsiyorum. Çünkü demokrasi gündelik ve gerçek hayatımızı ancak bu yönüyle etkiler; yoksa felsefi kabulleri ile değil.
Buraya kadar demokrasinin usûlî bir tanımını aktardım ve bu tanıma odaklanmamızı engelleyen bazı çağrışımları ile arasına set çekmeye çalıştım. Şimdi “demokrasinin esprisine” gelecek olursak bence o şudur: demokrasi; yönetenlerin, yönetilenleri en çok kayda değer gördükleri sistem olduğu için kıymetlidir. Aslında işleyen bir monarşi de ancak monark Tanrı’ya ve kanunlara itaat ederse mümkündür fakat demokrasilerde yönetenler çizmeden yukarı çıktıklarında bunun hesabını ödemek zorunda kalırken monarşilerde bu çoğu zaman böyle olmaz.
Yani demokrasilerde her seçmen ve her seçmen grubu etkili ve önemlidir. Tüm seçmenler talep ve şikayetlerini irili ufaklı pek çok vasıta ile yöneticilere iletebilir. Buna rağmen yönetici lakayt kalırsa neticede oy kaybetmiş olur.
Oy hakkı seçmene verilmiş bir siyasi iğne gibidir. Bununla istediği zaman idareciyi rahatsız edebilir. Üstelik bir iğneyi kullanmak pek az bir maharet gerektirir. Farklı sistemlerde de tebaanın kendi memnuniyetsizliğinden dolayı idareciyi rahatsız etmesi mümkün olabilir. Mesela bir monarşide ayaklanma gibi. Ancak ayaklanmaları ise kılıca benzettiğimiz takdirde kılıç kullanmak zor olduğundan, başarı için “seçmen”lerin bunu kullanmakta mahir olması gerekir.
Özetlemek gerekirse demokrasiler tanımı gereği en çok sayıda insanı sayan sistemlerdir. Bu sistemde gençlere sosyal destek sağlamazsanız oylarını kaybedersiniz. Veya yaşlı insanlar için uygun emeklilik şartlarını temin etmezseniz yine oy kaybedersiniz. İbadethane ve ibadet özgürlüğü isteyen cemaatler için de böyledir. Demokrasiler çok fazla seçmen ve seçmen grubunun taleplerini senkronize eder ve bu yüzden de karmaşık ve kırılgan sistemlerdir. Tıpkı insan vücudu gibi.
Bu yüzden kırılma anlarından çıkarılan dersler hayatidir. Yönetmen Santiago Mitre’nin çektiği “Argentina, 1985” filminde, Arjantin’deki askeri darbenin faillerinin yargılandığı duruşmada savcı Julio César Strassera şöyle der: “Hiçliğin değil anıların üzerine kurulmuş bir barış inşâ etmeliyiz.”
Bizim de demokrasinin telkin ettiği insanı dinleme lüzumundan ne zaman uzaklaşsak vardığımız yer şiddetti. Ülkemizde demokrasinin güdüklüğünü kısa mazisi ile açıklama lüksümüz yok. Nice dersler çıkaracağımız tecrübelerimiz oldu. Türkiye, şimdi bir asrı doldurmaya ramak kalmışken, küplerinde üç asırlık anı biriktirmiş durumda. Demem o ki demokrasiyi inşâ etmeye yetecek kadar malzemeye sahibiz.
Ferhat İnan
[1] Derleyen: H. Birsen Hekimoğlu, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 11. Baskı, 2021), s. 68.
[2] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, trc.: Yavuz Alogan, (İstanbul: Everest Yayınları, 12. Basım, 2019), s. 596.
[3] Luc Ferry, Gençler İçin Batı Felsefesi, trc.: Devrim Çetinkasap, (İstanbul: İş Bankası Yay., 9. Baskı, 2020), s. 64.
10 Yorum