Kadıköy’de geçirdiğimiz vakitleri toplasak, bölsek, çıkartsak geriye ne kalır? Dillendirecek, dinmez meselelerimizin olması, köşe başında bir çiçek daha satmak için ağız patlatan güzelim çingenenin ve vapura yetişmek için tabanları yağlayıp koşan insanların, onlara çarpmamak için ihtiyat ve gayretle önlerine bakmak dışında her yönü kontrol etmek zorunda kalan ayağındaki topuklarla gayet de buyurgan kadınların umurunda olma ihtimali neydi?
Sahi, Kadıköy’de yürüyüp giderken, oturup kalkarken kim kimin umurunda ya da farkındaydı Sulhi Ceylan? Bunu çokça düşünmüş olduğunu biliyoruz. Ancak bu suali çok da dert etmeyen Mükerrem Mete, “Buralarını iyi bilirim.” derken sen çok şaşırmıştın, gözümden kaçmadı. Aslında daha çok hayretle eğilmiştin Mükerrem’in “Kadıköy’ü bilirim” sözüne. Daha sonra Mükerrem’den “zamanında buralar şöyleydi, öteler böyleydi, şuracıkta misket yuvarlardık, beriden gelen yoğurtçular bakraçlarını sırtlarında taşırken dökmemeye gayret ederlerdi, elma şekeri ısırırdık aha da burada, şu mephisto yok mu mephisto işte onun önünde cicibicici olurdu, yerdik gün aşırı, şerbeti olmasa pek yenecek bir şey değil fakat çok güzel bir tatlıydı” gibisinden geçmiş zaman anlatıları, masalları dinlemek istediğini de temaşa ettim.
Bu esnada Davut Bayraklı belki de kaleme alacağı yeni yazılar için gözlem yapıyordu. Onun içinde güzelim çingenenin sesi yankılanıyordu, vapurun peşi sıra kanat vuran kuşların seslerini bölen bir sesti çünkü o. Mehmet Erikli ise nerden baksan yirmi yıl yemiş bir mahkûm gibi ağır aksak yürüyüşüyle aynı şeyi tekrarlıyordu: “Yemeği nerde yiyeceğiz?” “Pilav” dedi Sulhi Ceylan, “Olmaz” dedi Erikli. Neymiş efendim karınlar kazınmışmışmış da şimdi pilav yenirse midede beton gibi kalıverirmiş. Pilavdan dönenin kaşığı kırılmadı fakat bize göre kitaptan dönenin kalemi kırılırdı. İşte bu yüzden kitapların tozuna yüz sürmek üzere Artemis Sahaf’a doğru seğirttik. Yemek mi? İşte “Kitap” sözcüğünü işiten kulaklar bir süreliğine karınlarının gurultusunu unutmuş gibi yaptılar. Fakat bu sadece bir tiyatroydu. Yoksa kitap dendi miydi, açlık maçlık vız gelir arkadaş, erteleriz iştahımızı asarız keseriz lafları sadece laftır. Bu bilinir, ne yazık ki saklanır birçoğunun cebinde, görmesin, bilmesin başkaları diye.
Kitaplar alınmış, yemekler yenmişti. Geriye hasbihal edilecek, çay, kahve, özellikle filtre kahve içilecek bir yer lâzımdı. Neresi diye sormayın canım. Biliyorsunuz işte. Edebifikir ekibi Kadıköy’de bir araya gelir de Yokuş’a uğramaz mı? İşte filtre kahveler, ikinci, üçüncü ve dördüncü yenici fikirler, Turgutlar, Sezailer, Pinpong Masaları, kediler, Niçe’ler, Heidegger’ler filan burada konuşuldu. Her birinin aklına bir yığın soru takıldı. Cevapsız yaşayabilen fakat soru sormadan düşünemeyen bir ekip olarak soru işaretli duraklamaların insan zihnini harekete geçiren müthiş bir ivmesi olduğunu kabul etmiş, kahvelerin bitmesiyle, çayların bayatlamasıyla birlikte evlere dağılacaktı. Yoksa soruları bittiği için değil. Meselelerini henüz dillendirmeye başlamışken bir de… Dört yoldaş dört ayrı Kadıköy’de yürürken ertesi günün şimdiki zamandan başka olmasını temenni ettiler mi? Bilmiyoruz. Ah Kadıköy! Uslan ve dindir bunları da!
3 Yorum